Bloch, Oyun Tarzları, Maalesef [günde ve kentte oluş]

“1.
Gün, fazla bir şey vaat etmiyor gibiydi bugün.

Para yoksa Paris bile küçülür. Eski işçi meyhânesine gittim ki daha kötü olup da daha ucuz olmayanları da var.

Fakat orada kendinden geçen birini gördüm; hem de adamakıllı, öylesine masûm bir haz duyarak, tam da olması gerektiği gibi. Karşımda duran adam, çalışmaktan yıpranmış yumruklarında bir ıstakoz tutuyordu, ısırdı ve öyle bir kırmızı kabuk tükürdü ki, sanki yerden kabuk fışkırıyordu. Şu da var ki, ona bir kez sahip olduğunda da, kabuğun içindeki yumuşak varlığa sessizce ve anlayışla, neşeyle hitap ediyordu. Burada bir mal, nihâyet, keyif süren burjuvalar tarafından aşağılanmıyordu; yoksulların teri, yani sermaye rantının utancı bu adamın aldığı tada karışmamıştı. Bu, henüz hiçbir burjuvanın burjuva olmaktan utanmadığı ve kendini sadece rahatlıkla değil, gururla da bir rantiye olarak adlandırdığı Paris’te tuhaf mı tuhaftı. Istakozlu işçi hikâyesi, çok eskide kalan, o zamanki büyük soygunla ilgili başka şeyleri de hatırlatacaktı. Böylelikle de, paranın artık mallar etrâfında havlamadığı veya içlerinde kuyruk sallamadığı belirli bir süre-sonrası ışır gibi oldu; hani sâf zihniyet/hissiyat ile sâf ısırık arasındaki tümüyle aptalca seçime hiç de gerek kalmayan zamanlar…

2.
O akşam hiç de her zamanki gibi yürümüyordu insanlar. Soldan yukarı, sağdan aşağı vınlayan arabaların hızla insanın üstüne üstüne geldiği cadde-ortasından kaçılmıyordu.

Aksine, bu orta şerit nihâyet canlanmıştı, hattâ üzerinde bir şeyler boy veriyordu. Caddenin hâkimi olan trafiğin bombardımanı kesilmiş, daha öteye, çevre yollara çekilmişti ve hârikulâde asfaltta âdetâ oturuluyordu. Caddenin üzerine çaprazlama asılan kâğıttan fenerler, içerisinde dans edilen alçak bir mekân yaratıyordu. Evler bu mekânın duvarlarını oluştururken, etrâftaki aydınlatılmış pencereler, tıpkı kendi kendine parıldayan ve içinde insanların iki misli yansıdığı aynalar gibi, yeni lambalar olarak parlıyorlardı. Ve en güzeli de, dans mekânının sadece iki yandan kapalı oluşu, bunun dışında tek başına, hem de yan sokaklarıyla birlikte uzun caddeye sahip olmasıydı. İleriki köşeden yine müzik sesi yükseliyor ve çiftler ışıldayan mahallede dilediklerince dolanıyorlardı.

İşte bu, 14 Temmuz’da, o büyük gündeki Paris Caddesi’dir. Bastille ele geçirildiğinde de halk dans etmişti, kalenin yerle bir edildiği yerin üzerinde. O yer kutsal ruhların çimenliğini temsil ediyordu ve bu değişmedi; tabiî o zamanlar dansın doğası farklıydı. Fakat devrimciler sâkinleşip, gençlik çılgınlıklarına son vermiş olsalar da, “millî bayram”ın içinden o uzak hâtıra yine de beliriyor ara sıra. Ama, öyle millete toptan bir bağlılıkla falan değil, aksine, yeniyetme bourgeois gentil’homme(*) ile barış yapmaya yanaşmadan. Zirâ, 14 Temmuz 1928’de hasır şapkalı bir bey tarafından sürülen bir araba, sözü edilen o dans caddelerinden birine girmeye kalkıştığında, o ânda dans edilmediği hâlde, öncesinde de bir dizi sıradan taksinin buradan geçmiş olmasına rağmen, halk ona yol açmamıştı. Herhâlde, aslında pek de bir özelliği olmayan, ama burada tuhaf bir şekilde -belki de renginin açıklığından ve genelde araçlar hasır şapkalarla sürülmediğinden- egemen sınıfın simgesi hâline gelen hasır şapkaydı milleti kızıştıran. Kışkırtıcı hasır şapka geri çekilmedi, aksine tam gaz kalabalığın içine daldıydı. Fakat yirmi bilek-pençe arabayı arkadan tutmuştu bile; onu öfkeli egzozuna inat, tekrar gönüllü yarış pisti olan caddeden aşağı sessiz bir ritimle bir o yana bir bu yana çekiyordu. Propriétaire/Mal sahibi (sürücü) bile, tepki vermekten gelen tehditkâr bir spor hazzıyla sâkin bir şekilde çabalıyordu. Sadece bir keresinde nerdeyse geçip gitmeyi başaracaktı ki, ikinci sevinçli olay yaşandı: Genç bir kız âniden arabanın önüne atladı ve önce elinde tuttuğu, sonra ağzına götürdüğü bir çiçekle gülümseyerek korkusuzca dans edip, aracını frenleyen beyefendinin hareketlerini yönlendirmeye başladı; araba durduğunda ise büyük ve çalımlı bir istihzâyla, reveransla eğildi. Artık bu aşamada sürücünün gerçekten de kendisinin geri çekilmesine izin verilmesine imkân tanıması gerekirdi, ne ki egemen sınıfların teslim oluşları bile çarpık, soyut ve anti-diyalektiktir; kısacası, durumu kavrayacağı ve kendini bu durumdan kurtaracağı yerde, provokatör, milletin içine tam gaz dalmanın gücünü ondan daha az iddiâlı olmayan bir ricata çevirip, geri döndü, o ağır ve yanlış manevrasıyla bu kez gerçekten kalabalığın içine daldı. Birkaç kadın duvara sıkışmış, erkeklerin ise geriye dönen aracın arkasında yapacak yerleri kalmamıştı. Böylelikle hava birdenbire gerginleşti, küfürler savrulmaya başladı ve araba tam mânâsıyla linç edilircesine yanlardan kaldırılırken, son ânda sürücünün ön direksiyonu doğru konuma getirmesiyle araba devrilmekten kurtulup, şimşek gibi fırlayıp kaçtı. Kaçmasına kaçtıydı ama, o hasır şapka en azından hangi kılıkta olursa olsun, nelerin beyaz zambağın uhdesinde olduğunu öğrenmişti. Genç bir delikanlı şapkayı burjuvanın başından çekip kapmıştı, onu havaya fırlatıyor, sonra başkaları kapıyor, müzik de yeniden çalıyor ve çiftler dans etmeye başlıyordu; üstelik sadece ayak ve bedenleriyle değil, elleri de boş durmadan: Havaya fırlatılarak bir çiftten diğerine geçen hasır şapkayı aramakla meşgûldü eller, tâ ki şapka, âdetâ Bastille’in pek nâçizâne, pek temsilî biçimde ayaklar altında çiğnenmiş temsilcisiymiş gibi, üstünden silindir geçmişçesine nihâyet yere serilene dek. Artık kestirme caddeye girmek için yaklaşan akıllı uslu taksi şoförleri derhâl geri basıyorlardı; iktisat partisi iç savaşa katılmaz. Ve Âsiler Caddesi de kısa bir süre sonra Paris’te biraz 14 Temmuz dansı yapan tek cadde oolduğunu unutacaktı. Böylece hasır şapka tarihe geçmek bir yana, bir polis raporuna bile girmeyecek, sadece bu küçük, bekleyen öyküde yer bulacaktı.

3.
Yine Paris’te, çok sâkin bir adam iki yıl önce şunlara yol açmıştı.

Yeşil bir şnapsın önünde oturuyor, arada bir okuyordu. Kafe bu saatte çok işlek, sohbetler canlıydı, havaya ise politik bir huzûrsuzluk hâkimdi. Müşterinin yanında, onu ekmek zammı ve Frank’ın değer kaybı meselelerinden epey uzaklaştıran bir kitap vardı, ama belki de o kadar da uzağa götürmeyeni, zirâ üzerinden geçeli sadece otuz yıl olmuştu. Hani o vakitlerin deyimiyle fin du siècle’in [yüzyılın veya çağın sonu] üzerinden, ki o süslü insanlar, kışlalara “yollanan” birliklere rağmen, bunu unutmuş gibiydi. “Mamafih, daha yaşlıca okurlar”, böyle yazıyordu kitapta, “daha yaşlıca okurlar, gazetelerin bir vakitler Paris’teki, göründüğü kadarıyla üyelerini polisin sadece kısmen ele geçirebildiği, dallı budaklı bir çetenin yol açmış olduğu anarşist bombalı suikast olaylarını kısa aralıklarla tekrar tekrar haber edip durdukları o günleri ve dünyayı saran o büyük heyecanı belki hâlâ hatırlarlar. Bombalar, anlaşıldığı kadarıyla rasgele atılıyordu; evlere olduğu gibi St. Lazare tren istasyonundaki sık bir kafeye de, kâh millet meclisine kâh küçük bir lokantaya, hattâ içinde tek bir Allah’ın kulunun bulunmadığı Madeleine Kilisesi’ne bile. Bir kışla havaya uçmuş, Sırp elçi sokakta kurşunlanmış, Cumhurbaşkanı Sadi Carnot ise tiyatroya giderken bıçaklanarak öldürülmüştü. Devir, Revachol, Vailant, Henry, Caserio ve diğer tehlikeli eylem propagandacılarının devriydi, dinamitin ve burjuva toplum ve ahlâkına dönük o en sinsi tehdidin devri.” Böylece kitap söylentilerin tâ göbeğine, hattâ daha da geriye, çocukluk günlerinin korku dolu gecelerine götürüyordu: Ortaya çıkarılan anarşist birlikler bile, şakası olmayan kolportajdan (**) çıkmışçasına, dehşet uyandıran isimler taşıyorlardı. Meselâ “Bilancourt’un Belâ Delikanlıları”, “Batignolles’lu Panterler”, “Cettes’li Meşe Yürekliler”, “Doğanın Çocukları”, “Lille’li Kürek Mahkûmları”, “Sedan’ın Prangası” ve “Terre Noire’lı Yatağan” vardı. Sonunda komplocu gazetelerin kendileri bile, masûm ilânların tam ortasında “Sivil Olmayan Malların Yapımı İçin Tâlimatlar” başlığı taşıyan sürekli bir sütuna yer ayırır olmuşlardı.

Burada müşteri, genç bir çiftin masasına oturup konuşmaya başlaması üzerine, okumaya ara vermek zorunda kalmıştı. İkili öylesine zarîfti ki, sanki “hanımefendi” de “beyefendi” de kendisini âdetâ cennette giyinip kuşanmış gibi görüyor olmalıydı. Bu sırada sâkin müşteri ayağa kalktı, olacaklardan tümüyle bîhaber, sadece kendine sigara almak niyetindeydi, artık Batignolles’lu Panterler’i falan hiç mi hiç düşünmüyordu, aksine Nana ona daha yakındı: – Âniden, masadan daha bir adım bile uzaklaşamadan, öyle feci bir patlama oldu ki çift korkudan havaya sıçradı, masalar devrildi ve pasajda hayat durdu. Okurun bizzat dizleri titriyordu ama, aslında kendisi gibi ayrıca o çift de hiç yara almadan kurtulmuşlardı, ki bu ne de olsa iyi bir tesâdüftü; çünkü müşterinin sigara almak isterken yere devirdiği soda şisesinin cam kıymıkları ne kolay da yaralanmaya yol açabilirdi! Müdür gelip zararın telâfi edilmesini talep etti, okur gereken ödemeyi yaptı ve bu vartayı o denli ucuz atlattığına nerdeyse utana sıkıla sevindi. Kafeye hâkim olan fırtınalı hava da yatışırken, derin bir içgüdüyle adamın sırf para cezasıyla kurtulmasından pek tatmin olmamış kibâr çift kendine taze bir aperitif söyledi. Zaten adam da çok geçmeden olay mahallini terk etti, koltuğunun altında o çok tarihî dinamit kitabıyla nihâyet bar tezgâhından, sanki barış çubuklarıymış gibi, sigaralarını aldı ve müdâvimi olduğu lokantasına gitmek üzere yola koyuldu. Orada ise, bir suikastçının, şansı yâver gitmediğinden, bir soda şişesinden mahşerî mahkeme huzûruna çıktığı kahramanca hikâyeyi anlattı. O cin hızla şişeye geri çekilmişti, fakat adamın derin utancı ve çiftin onun cezası karşısında duyduğu öfke havada hâlâ hissediliyordu. Edîbin etkilenmişliği, burjuvazinin irsî hâfızası: Her ikisi de bu beceriksiz olayın üzerinde cereyân etmişti: [Biri] geçmemiş bir geçmişin son sözünü/epilogunu, [diğeri] Parisli burjuvaların bile kendilerini ondan kurtulmuş görmedikleri bir geleceğin önsözünü/prologunu söylemişti. 14 Temmuz gibi bir bayrama dönüşen şey geçmişte kalmıştı, fakat bir zamanlar bünyesinde yer alan korku tazeliğini hâlâ korumaktadır. Tüm işçiler ıstakoz yeselerdi, soda şişesinin cam kıymıkları da hiçbir duyguyu çizmezdi.”

(*) “Le Bourgeois gentilhomme” (asîlzâde burjuva), Molière’in Türkiye’de “Kibârlık Budalası” olarak bilinen, ilk kez 1670’te sahnelenen beş perdelik bir bale-komedisi. Câhil fakat sâf, varlıklı bir adam olan Mösyö Jourdain’in bir asîlzâde olmak, soyluların yer aldığı sosyal statüye geçebilmek için elinden gelen her şeyi yapmasını konu alan bu esere atıfla Bloch’ça kastedilen, “sonradan olma” burjuva ile “doğuştan” asâleti önvarsayan soylu arasındaki oxymoron bağlantı, dolayısıyla yeniyetme burjuvanın asîlzâde olmak için gösterdiği dar kafalıca ve beyhude sınıf atlama arzusu olmalı – yayına hazırlayanın notu.
(**) Kolportaj, kökleri her ne kadar 15. yüzyılın dini eğitim risâlelerine, sonraları halkın takvim vb. gibi basit, günlük ihtiyaçlarına hitaben panayır/pazarlarda satılan ve 18. yüzyıldan sonra, aydınlanmayla beraber basit romanlara uzanan, sanayileşmeden sonra “sırtta taşınan” [Fransızca porter à col, yakada/boyunda taşımak], kapı kapı dolaşıp satılan, 20. yüzyılın başında özellikle ucuz bulvar/akşam gazetesi türü edebiyata atfen yerleşmiş kısmen hicvi tanım -yay. haz. n.

Ernst Bloch, İzler (Spuren), İletişim Yayınları, çev. Suzan Geridönmez, 2010 [1969], s. 25-30.

Adorno & Horkheimer, Tarihsel İmkân, Çalışma, Boş Zaman ve Özgürlük – I

“(12 Mart, öğleden önce)

HORKHEIMER— Teddie köhnemiş bir çift kavramı kurtarmak istiyor: teori ve pratik.

ADORNO— Yahudilerin katledilmeleri, bir kurşun daha harca­maya değmeyecekleri için canlı canlı gömülmeleriyle, dünya­yı değiştirmesi beklenen teori arasındaki uçurum.

HORKHEIMER— Taban tabana zıt iki inanç: ilerlemeye duyu­lan inanç -ki bu Marksizm için de geçerli- ve tarihin bunu ba­şaramayacağı görüşü.

ADORNO— Ama bizim anlaşamadığımız nokta esasen bu de­ğil.

HORKHEIMER— Sana göre bir yüzyıl kadar sonra her şey daha iyi olacakmış gibi yaşamamız gerekiyor. Rahipler de aşağı yu­karı aynı şeyi söylüyor.

ADORNO— Bizim anlaşamadığımız nokta tarihin bunu başarıp başaramayacağı. Burada “-ebilmeyi” nasıl yorumlayacağız? Bir taraftan, dünya bunu başarma imkânlarını barındırıyor, diğer taraftan, her şey afsunlu, bir büyünün etkisi altında adeta. Bu büyü bozulabilseydi, başarı mümkün olurdu. Bizi insanın koşullara bağlı oluşunun ütopyayı sınırladığına inandırmak istiyorlarsa eğer, bu kesinlikle doğru değil. Zincirlerden bütü­nüyle kurtulma olanağı var. Anlamsız ızdırabın ortadan kalktı­ğı bir dünyada, Schopenhauer haksızdır.

HORKHEIMER— Dünya uzun vadede değişemez. Gerileme olasılığı her zaman bakidir. Bu da hem Marksizmi hem de on­tolojiyi terk etmemiz gerektiği anlamına gelir. Geriye ne iyi kalır ne de kötü, ama kötünün ayakta kalması daha olasıdır. Eleştirel akıl, sosyalist olursanız her şeyin yoluna gireceğini söyleyen bir Marksizmden özgürleştirmeli kendini. Amerikan sisteminin az çok yontulmuş bir versiyonundan daha fazlasını bekleyemeyiz insanlıktan. Aramızdaki fark şurada: Teddie ko­nuşurken bir miktar teoloji de giriyor işin içine; bense iyilerin neslinin tükenmekte olduğunu söyleme eğilimindeyim. En iyisi yine planlama olacaktır.

ADORNO— Planlamanın neticesinde artık dilenciler olmasa, planlama o ölüm katılığını kaybeder ve sonuçta da belirleyici önemde bir şeyler değişirdi.

HORKHEIMER— Belki, ama barbarlığa geri düşmek de müm­kün.

ADORNO— Geri düşme ihtimali her zaman var. Yapılan her şe­yin şeffaf bir biçimde toplumun tamamına hizmet edecek şe­kilde planlandığı ve anlamsız işlerin yapılmadığı bir dünyada, seve seve günde iki saat asansör operatörü olarak çalışırdım.

HORKHEIMER— Bu iddia bizi doğruca reformculuğa götürür.

ADORNO— Yönetim barışçı yollarla devrilemez.

HORKHEIMER— Bu o kadar da önemli değil. Devrimden sonra tekrar geriye dönülmeyeceğinin garantisi yok. Çalışma kavra­mı. Bizi uygarlıktan önceki, insanın çalışmaktan çocukluğuna kaçmayı bir ölçüde başardığı evreye dönmemizin mümkün ol­madığına ikna etmek için Marksizm de burjuva dünyası da elinden geleni yaptı.

ADORNO— Boş zaman faaliyetleri.

HORKHEIMER— İnsan ancak çalıştığı kadar değerlidir. Özgür­lük kavramı tam da bu noktada devreye girer.

ADORNO— İşten azade olmak.

HORKHEIMER— Özgürlük birikim yapabilmek değil, bilakis biriktirmeye ihtiyacımın olmamasıdır.

ADORNO— Marx da söylemişti bunu. Marx, çalışmaktan kur­tulmayı tahayyül ediyordu bir yandan. Diğer yandan, toplum­sal emeğin üzerine muazzam bir parıltı kondurdu. Bu iki moment doğru dürüst formülleştirilmiyor Marx’ta. Marx emeğin ideolojisini eleştirmedi, burjuvaziyle hesaplaşabilmek için emek kavramına ihtiyacı vardı çünkü.

HORKHEIMER— Burada bir diyalektiğe ihtiyacımız var. İnsan­lar kendilerini işten uzaklaştırabilecek kaotik dürtülerini bastı­rıyorlar ve böylece çalışma onlar için kutsal bir şey haline ge­liyor.

ADORNO— Çalışmaktan azade olma fikrinin yerini insanın kendi işini seçme olanağı alıyor. Kendi kaderini tayin etmek, kendi kendini belirlemek, çoktan belirlenmiş olan işbölümü dahilinde bana en büyük mükâfatı vaat eden sektöre girmemin mümkün olduğu anlamına geliyor.

HORKHEIMER— Özgürlüğün kendi kendini belirlemekten iba­ret olduğu fikri aslında epey zavallıca, özellikle de evvelce efendinin buyurduğu bir işi şimdi kişinin kendisinin seçtiği dışında bir anlama gelmiyorsa; kaldı ki efendi de kendi kendisi­ni belirlemiş değildir.

ADORNO— Kendi kendini belirleme kavramının özgürlükle bir ilgisi yok. Kant’a göre, özerklik kendine itaat etmektir.

HORKHEIMER— Feodalizmin yanlış anlaşılması.

ADORNO— Zorunlu yanlış bilinç, ideoloji.

HORKHEIMER— Alman idealizmi, burjuva ideolojisi: feoda­lizmdeki kendi kendini belirleme yanılsamasının, burjuvazi­nin bakış açısından, mutlak olarak konumlandırılması.

ADORNO— Transandantal tam-algı(6): mutlaklaştırılmış emek. Esasen toplum içinde tayin edilmiş bir ilişki olan emek, sanki bizatihi özgürlükmüş gibi yorumlanıyor.

HORKHEIMER— Doğu Bölgesi’nde*, yükümlülüklerini yerine getiremeyen insanların çarptırıldığı korkunç cezalar. Dünya­nın iki yansında da hakim olan tüketim ideolojisi doğrudan bununla bağlantılı. Çalışmanın karşıtının ancak tüketim olabi­leceği düşünülüyor.

ADORNO— Karl Kraus insanın tüketici ya da üretici olarak ya­ratılmadığını, insan olarak yaratıldığını söylüyordu. (6)

HORKHEIMER— Bugünlerde daha ziyade işçi-işveren birlikle­rinden bahsediliyor.

ADORNO— Bütün karşıtlıklar aynı kefeye konuyor.

HORKHEIMER— Biz kaotik olanın tarafındayız, henüz dahil edilmemiş olanın.

ADORNO— Kaotik olanı savunamazsın. Misal: Engels’in bo­ğuculuğu.

HORKHEIMER— Birinin bir kadın bedenine şehvetle dokun­masının burjuva dünyasında, ta Roma’dan beri, neden dehşet verici bir şey sayıldığını hâlâ anlamış değiliz. En kötü ve en iyi olanla bağlantılı bir şey bu. Mübadele dünyasma duyulan tik­sinti burada kendine bir sığmak buldu. Burjuva olmayanın, kendisini aşkta muhafaza ettiği varsayılıyor.

ADORNO—Burjuva cinsel tabuları “ilk gece hakkı”yla bağlan­tılı muhtemelen. Kadınlar bedenlerini kendi tasarrufları altına almalı. İnsanların kendisi bizzat mülk haline geliyor. Cinsellik bunu tehlikeye atıyor ve dolayısıyla da cinsiyetler arasında uzun süredir devam eden savaşa ortam hazırlıyor.

HORKHEIMER— Kant’ın evlilik tanımı. (8) Aşk muhtemelen bur­juva toplumunun yanlış olumsuzlanmasını içeriyor.

ADORNO— Aşk burjuva toplumunu yetersiz bir şekilde olumsuzluyor ve bu olumsuzlamasıyla da onu sürekli kılıyor.

HORKHEIMER— Dünyada çalışmaya adanan tek bir ilahi hü­küm sürüyor, ama o da tümüyle negatif değil. Machiavelli.

ADORNO— Mutluluk çalışmaya bağlı.

HORKHEIMER— Çalışmayı mutlulukla karıştırmaktan daha beter bir şey yok.

ADORNO— Çaba sarf etmek cinsel mutluluğun ayrılmaz bir parçası. Çalışmanın aynı zamanda mutluluk olduğu doğrudur doğru olmasına, ama bunu [yazacağımız kitapta] söyleyeme­yiz. Mutluluğu çalışmakta bulmamızın sebebi, bizim de burju­va olmamız mı yoksa?

HORKHEIMER— Freud. Ölüm dürtüsü.”

* Almanya’nın, 1945’ten II. Dünya Savaşı’nın sonuna kadar Sovyetler Birliği’nin işgali altında olan doğu bölgesi. 8 Ekim 1949’da bu bölge Demokratik Almanya Cumhuriyeti oldu. -ç.n.
(6) Kant’ta saf biçimsel, orijinal, değişmez olan, bütün fikir ve kavramların  gerekli koşulunu oluşturan özbilinç.
(7) Karl Kraus, Die Fackel, no. 406-412, 5 Ekim 1915, s. 96.
(8) Kant’a göre evlilik, “farklı cinsiyetlerden iki kişinin, cinsiyet özellikleri­nin yaşam boyu karşılıklı mülkiyeti için birleşmesi”dir (Metaphysik der Sitten. Rechtslehre, § 24, Kants Werke, Cilt VI içinde, Akademieausgabe, Berlin 1968, s. 277).

Theodor W. Adorno & Max Horkheimer, Teori ve Pratik Üzerine Bir Tartışma (1956), Metis Yayınları, çev. Orhan Kılıç, 2013, s. 19-24.

Colebrook, Deleuze, Post-yapısalcılık ve Zor Yazı Üzerine

Kitabın açılışından, Deleuze’ün 20. yy Avrupa düşüncesi içindeki konumu ve post-yapısalcılık ile ilişkisine dair giriş seviyesi genel bir perspektif sunması açısından faydalı bir pasaj. Post-yapısalcı düşünceyi fenomenoloji ve yapısalcılıktan ayrılan, onlara karşıtlaşan yönlerini sunuyor Colebrook. Felsefede, “varlık” ve “kimlik” kavramlarının başatlığından “oluş” ve “fark”ı ön plana çeken Deleuze’ün, hakikate ve bir yaratma eylemi olarak felsefeye yaklaşımına giriş yapıyor. Pasajın son paragrafında ise Deleuze okumanın neden zor olduğuna dair zarif bir bakış var. Bence tek sebebi bu değil ama bu da güzel bir sebep.

“Neden Deleuze? Birçok bakımdan bu, Gilles Deleuze’ün (1925-1995) kendisinin de sormuş olabileceği bir soru. Deleuze hiçbir şeyi olduğu gibi kabul etmezdi ve hayatın gücünün -ama yalnızca insan hayatı değil, her türlü hayatın gücünün- sorunlar geliştirme gücü olduğunda ısrar ederdi. Hayat sorunlar ortaya koyar -yalnızca düşünen varlıklar için değil her türlü hayat için. Organizmalar, hücreler, makineler ve ses dalgaları… Hepsi de hayatın karmaşıklığına, hayat sorununa veya hayatın “sorunsallaştırıcı” gücüne verilen karşılıklardır. Felsefenin, sanatın ve bilimin soruları hayatın sorun geliştirme gücünün uzantılarıdır; küçük organizmalarda ve onların evrimleşme, değişime uğrama ve oluş eğilimlerinde bile ifade edilen bir güçtür bu. Deleuze’ün oluş konusundaki ısrarı düşünce tarihinde yirminci yüzyılın sonlarına doğru ortaya çıkan post-yapısalcı eğilimin tipik bir özelliğidir. Post-yapısalcı felsefeciler ve düşünürler, örneğin Jacques Derrida ve Michel Foucault, bilinçli bir grup teşkil etmiyorlardı. Hepsi de yirminci yüzyılın fenomenoloji ve yapısalcılık akımlarına farklı şekillerde karşılık vermişlerdi. Alman felsefeciler Edmund Husserl (1859-1938) ve Martin Heidegger (1889-1976) ile birlikte anılan fenomenoloji eski bilgi sistemlerini reddedip hayatı aynen göründüğü gibi (fenomenler olarak) incelemeye çalışan bir akımdı. Genellikle Ferdinand de Saussure’le (1857-1913) birlikte anılan yapısalcılık ise, toplumsal sistemleri ve dilleri bilimsel ve titiz bir şekilde incelemeye çalışan bir diğer yirminci yüzyıl akımıydı. Her iki akım da bilginin merkezine “insan” ve bilen insanın yerleştirilebileceği düşüncesini reddediyordu; her iki akım da daha güvenilir bir temel arayışındaydı. Fenomenoloji için deneyim böyle bir temeldi; kimin veya neyin deneyimlendiği konusunda ön-varsayımlara gerek yoktu. Yapısalcılığa göre ise bilginin deneyime değil ama deneyimi mümkün kılan yapılara dayandırılması gerekiyordu: kavram yapıları, dil veya göstergeler. Yapısalcılar hiçbir şeyin kendi içinde, tek başına anlamlı olmadığında ısrar ediyordu: Anlam bir sistemin diğer bileşenleriyle bağlantılı olarak belirlenir, öyle ki, bir sözcüğün ait olduğu dil dışında hiçbir anlamı yoktur. Post-yapısalcılık bilginin ne saf deneyim temelinde (fenomenoloji) ne sistematik yapılar temelinde (yapısalcılık) inşa edilebileceği fikrini ortaya attı. Diğer birçok post-yapısalcı gibi Deleuze için de, hayatın kapalı yapılar içerisinde örgütlenmesinin mümkün olmayışının kabul edilmesi bir hata veya kayıp değil ama bir kutsayış ve özgürleşme vesilesiydi. Bilgi için de temel bulamayacağımız gerçeği, bize icat etme, yaratma ve deneme fırsatının verilmiş olduğu anlamına gelir. Deleuze bu fırsatı yakalamamızı, hayatı dönüştürme davetini kabul etmemizi ister bizden.

Peki ama bilgi için bir temele sahip olamayışımızın nedeni nedir? Deneyimin (fenomenoloji) ya da dilin (yapısalcılık) bize bir tür temel sağlayamayışının nedeni nedir? Deleuze’e göre deneyimle ilgili sorun, normatif veya standart bir deneyim modeli (örneğin insanın bir dış dünyayı deneyimlemesi) varsayma eğilimimizle bağlantılıdır. İnsani-olmayan deneyimi göz ardı etmek zorundayızdır (örneğin, hayvanların, organik-olmayanın deneyimini, hattâ halihazırda hiçbir imgesine sahip olmadığımız geleceğin deneyimini). Bilginin yapılara dayandırılmasıyla ilgili sorun ise, bu tür bir yapıyı tanımlama girişimlerinin yapılar dışı veya yapılar üstü olmak iddiasını taşımak zorunda olmasından kaynaklanır. (Yapısalcı antropologlar ise yalnızca diğer kültürleri yapılarını betimlemek üzere inceliyor ama kendi konumlarının nasıl yapılandığını asla sorgulamıyorlardı.) Eğer dilimizin yapısını anlamak istersek onu açıklamak için yine bir dil kullanmak zorundayızdır. Hattâ “dil” terimi bile zaten bir ayrımlar yapısına dayanır: dil için hiçbir genel terimi olmayan bir kültür tahayyül edebiliriz ama gene de “göstergeler”e veya “simgeler”e başvurmamız gerekir. Deleuze’ün büyük sorunu ve katkısı, yapısalcılığın tersine, farklılık ve oluş konusundaki ısrarıdır.

Yalnızca yapısalcılık değil, Batı düşüncesinin tarihi de varlık ve kimlik üzerinde temellenmiştir. Başlangıçta bir varlık tahayyül ederiz daima ve bu varlığın ancak daha sonra oluş aşamasına geçtiğini veya farklılaştığını varsayarız. Hem yapısalcılık he de fenomenoloji farklılık ve oluşu bir temel veya kuruluş içine yerleştirdi; ya dilin yapısına ya da deneyimin bakış açısına. Post-yapısalcılar genelde, bize dünyayı bilme açısından bir kırılış, bir temel noktası verebilecek statik bir farklılıklar yapısını inceleyecebileceğimiz fikrini reddederler. Post-yapısalcılık yapıların ortaya çıkışını (türeyişini), oluşunu veya kökenini açıklamaya çalışıyordu: sistemler, örneğin dil, nasıl varlık kazanır ve zaman içinde nasıl değişim geçirir. Bu nedenle, Deleuze ve kuşağının diğer düşünürleri hem farklılığı hem de oluşu kavramsallaştırmaya çalıştılar, ama bir varlığın oluşu olamayacak bir farklılık ve oluştu bu. Başlıca hedefleri fenomenolojinin ve yapısalcılığın yakın tarihli akımları değildi yalnızca, Batı düşüncesinin tüm tarihini de hedeflemişlerdi. 1940’larda ve 1950’lerde Fransız felsefi sahnesi, hayatın ve tarihil oluşu ve farklılığının, tinin tek bir hareketinde kavranabileceğini (ve kavranması gerektiğini) öne süren Alman felsefeci G. W. F. Hegel’in (1770-1831) yeniden-okunmasının etkisindeydi. Hegel ayrıca modern felsefenin tarihin son-noktası olduğu görüşünü de öne sürmüştü; bilincin veya tinin farklılık ve oluşun tamamen gelebileceği bir evreydi bu. Post-yapısalcıların çoğu Hegel’i, Batı düşüncesinin farklılığı baskı altına alışının, farklılığı temel teşkil eden bir kimliğe indirgeme eğiliminin tipik bir örneği olarak görüyordu. Deleuze, Batı düşüncesinin bütünlüğü konusunda çağdaşlarından ayrılmıştır. Batının nihai bir varlık ve mevcudiyete bağlanımına karşı çıkan birçok felsefeci ve düşünür olduğunu öne sürmüştür. Dolayısıyla Deleuze’ün uğraşı felsefi geleneğin yeniden-okunmasıyla başlar. Son derece geleneksel figürleri ele almış ve yapıtlarının çok daha radikal bir potansiyel barındırdığını öne sürmüştür. İskoç Aydınlanma felsefecisi David Hume’e ilişkin ilk kitabı -1953’te Deleuze henüz 28 yaşındayken yayımlanmıştır- insan öznesi ve onun değişmez dış dünyasının deneyim akışı içinde üretilen bir kurmaca olduğu görüşünü ileri sürer: “dünya (süreklilik ve ayrımlaşma) bütünüyle imgelemin bir kurmacasıdır” (Deleuze, 1953). Deleuze özne imgesi ile dünyanın imgelemin ürünleri olduğunu ileri sürerken, felsefeyi yaratıcı olarak yorumlama ve bizatihi hayatın kendisinde bir yaratma eğilimi barındırdığını öne sürmeye yönelmiştir çoktan: hayatın bu eğilimi, insan hayatının kendi imgelerini oluşturma eğilimidir, örneğin rasyonel akıl veya “özne” imgesi.

Kaynağını aradım fakat bulamadım.

Post-yapısalcılar hayatı yapısalcıların yapmış olduğu gibi kapalı sistemlerde incelemek yerine sistemlerin açılımına, aşırılığına veya değişkenliğine bakmışlardır: dillerin, organizmaların, kültürlerin ve politik sistemlerin kaçınılmaz olan değişim geçirme ve oluş şekline. Aslında Deleuze için düşüncenin ve yazının meydan okuyuculuğu oluşun çeşitliliğidir; sözgelimi, bir dilin oluşu diğer oluş tarzlarından, örneğin organizmaların veya toplumsal sistemlerin oluşundan etkilenebilir. (Bilimin buluşlarına bağlı olarak dilimizin değişme şeklini düşünün; beyini betimlemek için bilgisayar biliminden terimler ödünç alırız [örneğin donanım] ya da bilgisayarı tanımlamak için genetik biliminden terimler ödünç alırız [örneğin virüs].) Oluş Deleuzecü bir kavramdır: yalnızca bir sözcük değil ama bir sorundur; bu nedenle Deleuze oluşa mümkün olduğunca çok nüans ve anlam katmaya çalışacaktır. Bu kitapta gerek farklılık gerek oluş değişik ve ilgili kullanımlarla yinelenecektir. Deleuze’ün yaklaşımı açısından bu çok önemli. Deleuze yeni bir terimler ve fikirler sistemi oluşturmak yerine düşüncenin dinamizmini ve değişkenliğini ifade etmek istiyordu. Giriştiği her yeni projede üslubunu ve söz dağarını yeniden icat etti. Yapıtlarında kendi içinde tanımlanabilir hiçbir terim yoktur; tek başına her terim yaratılmasına yardımcı olduğu bütünle ilişkisinde anlamlıdır. Bu nedenle, Deleuze’ü okumak kolay bir iş değildir; kesinlikle bir önermenin diğer bir önermeye eklenmesi meselesi değildir bu. Daha çok, Deleuze’ün yapıtının sorununu anlayarak başlamanız gerekir: farklılığı ve oluşu kimlik, akıl, insan öznesi ve hattâ “varlık” gibi sağduyuya dayalı kavramlara başvurmadan düşünebilir miyiz düşünemez miyiz. Deleuzecü her terimi ve fikri farklı düşünmeye yönelik bir kışkırtma olarak yorumlamamız gerekir. Deleuze’ün “zorluğu” taktikseldir; yapıtları hayatın karmaşıklığını (bütünüyle olmasa da) kavramaya çalışır. Bu kitabın “sonu”na geldiğinizde başını anlayacaksınız, ama aynı zamanda başının ötesine geçmenin de üstesinden gelebileceksiniz. Çünkü hiçbir sistem veya söz dağarı hayatın akışını yeterince yansıtamaz. Aslında, yazmanın amacı yansıtmak (temsil etmek) değil icat etmek olmalıdır.”

Claire Colebrook, Gilles Deleuze, Doğu Batı, çev. Cem Soydemir, 2013 [2002], 3. basım, s. 9-13.

Yuval Noah Harari – İnsan Gelecek(te) Olacak Mı? [WEF] – (Çeviri)

Yine yarım bir çeviri, fakat çevirirken bir noktada bunu YouTube’da çevirmiş olan var mıdır diye baktım, varmış. Öylesi daha doğru, az hak yiyen bir yol zaten. Oradan da izlenebilir, benden iyi çevirmişlerdir kesin. Burada da çevirdiğim kadarı metin olarak dursun.


Bugün sizle gelecek hakkında konuşmak istiyorum, türümüzün geleceği, yaşamın geleceği hakkında. Biz büyük ihtimalle homo sapiens’in son nesillerinden biriyiz. Bir veya iki yüzyıl içinde, dünyaya bizden çok farklı olan varlıklar egemen olacak, tıpkı bizlerle Neanderthaller veya şempanzeler arasındaki fark gibi… Çünkü gelecek nesillerde, bedenleri, beyinleri ve zihni nasıl düzenleyeceğimizi (to engineer) öğreneceğiz. Ekonominin temel ürünü bu olacak, 21. yüzyıl ekonomisinin… Tekstil, araçlar veya silahlar değil, bedenler, beyinler ve zihinler… Tam olarak, gelecekte gezegenin efendileri nasıl görünecek? Buna, veriye sahip olan kişiler tarafından karar verilecek. Veriyi kontrol edenler, geleceği -sadece insanlığın geleceğini değil, yaşamın geleceğini de- kontrol edecekler. Çünkü bugün dünyada en değerli mülk, veri.

Antik zamanlarda toprak en önemli mülktü. Eğer çok fazla toprak çok az kişinin elinde toplandığında insanlık aristokratlar ve avam olarak ikiye ayrılıyordu. Sonra modern çağda, son iki yüzyılda makineler en önemli mülk olarak, toprağın yerine geçtiler. Makinelerin çok büyük bir kısmı çok az kişinin elinde toplandığında, insanlık sınıflara ayrıldı: kapitalistler ve proletarya olarak. Şu anda, veri en önemli mülk olarak makinelerin yerini alıyor, ve eğer çok fazla veri çok az kişinin elinde toplanırsa insanlık sınıflara ayrılmayacak, türlere ayrılacak, farklı türlere.

Peki veri neden bu kadar önemli? Önemli çünkü, öyle bir noktaya ulaştık ki, sadece bilgisayarları değil, insanları ve diğer organizmaları da “hack”leyebiliyoruz. Bugünlerde bilgisayarları, e-posta adreslerini, banka hesaplarını, cep telefonlarını hack’lemek ile ilgili konuşmalar yapılıyor, fakat aslında insanları hack’leme yeteneğini kazanmaktayız. Peki bir insanı hack’lemek için neye ihtiyacınız var? İki şeye: çok fazla hesaplama gücü ve çok fazla veri -özellikle biyometrik veri. Ne aldığım ya da nereye gittiğimle ilgili değil, bedenimin içinde ne olup bittiğiyle, beynimin içinde ne olup bittiğiyle ilgili veri. Bugüne kadar hiç kimse insalığı hack’lemek için gerekli hesaplama gücüne ve veriye sahip değildi. Sovyet KGB’si veya İspanyol Engizisyonu sizi her yerde, 24 saat boyunca takip edebilir, yaptığınız her şeyi izleyebilir, söylediğiniz her şeyi dinleyebilir yine de asla beyniniz ve bedeninizin için ne olup bittiğini anlamlandıracak, nasıl hissettiğinizi, ne düşündüğünüzü ve istediğinizi anlayacak bir hesaplama gücüne ve biyolojik bilgiye sahip olamazdı. Fakat günümüzde iki eşzamanlı devrim sebebiyle bu durum değişmekte: bir yanda bilgisayar bilimindeki, özellikle de makine öğrenmesi ve yapay zekadaki, gelişmeler bize gerekli hesaplama gücünü veriyor. Aynı zamanda biyolojideki ve özellikle zihin bilimindeki gelişmeler bize gerekli biyolojik kavrayışı sağlıyor. Charles Darwin’den günümüze gelen 150 yıllık biyolojik araştırmayı yalnızca iki kelimede özetleyebilirsiniz: organizmalar algoritmalardır. Bu modern yaşam bilimlerinin başlıca anlayışıdır. Virüs, muz ya da insan olması önemli değil, organizmalar sadece biyokimyasal algoritmalardır. Biz de bu algoritmaları deşifre etmenin yollarını öğrenmekteyiz.

İki devrim bir araya geldiğinde, bilgi teknolojileri devrimi biyo-teknoloji devrimiyle karşılaştığında, ortaya çıkan insanların hack’lenmesi yeteneğidir. Belki de bilgi teknolojileri ve bito-teknolojilerinin bir araya gelişinin en büyük icadı beyin ve bedendeki biyo-kimyasal süreçleri bilgisayarların saklayıp analiz edebileceği elektronik sinyallere dönüştüren biyo-metrik sensörlerdir. Yeterli miktarda biyo-metrik enformasyona ve yeterli hesaplama gücüne sahip olduğunuzda beni, benim kendimi bildiğimden daha iyi bilecek algoritmalar geliştirebilirsiniz. Ve insanlar kendilerini aslında çok da iyi tanımıyorlar. Bu yüzden algoritmaların bizi kendimizden daha iyi tanımak yolunda şansları yüksek. Biz kendimizi gerçekten tanımıyoruz. Örnek olarak, yirmi bir yaşımdayken, yıllarca yaşadığım reddediş sürecinin ardından, gay olduğumu fark ettim. Bu istisna bir durum değildi. Bir çok gay, reddederek uzun yıllarca yaşıyor, kendileri hakkında çok önemli bir şeyi bilmeden yaşıyorlar. On ya da yirmi yıl içinde şöyle bir durum hayal edin: bir algoritma herhangi bir genç için o kişinin eşcinsel-heteroseksüel spektrumunda nerede konumlandığını söyleyecek, bu pozisyon ne kadar şekillendirilebilir olsa da… Algoritma sizin göz hareketlerinizi, kan basıncınızı, beyin aktivitenizi ölçelerek size kim olduğunuzu söyleyecek. Belki siz kişisel olarak böyle bir algoritmayı kullanmayı tercih etmeyeceksiniz. Fakat kendinizi sıkıcı bir doğum günü partisinde, okuldaki sınıfınızdan bir arkadaşınızlayken, arkadaşlarınızdan birisi müthiş bir fikirle, bu yeni “cool” algoritmayı duyduğunu…

Hardt & Negri, Medyalaştırılanlar ve İfade Etmeme Hâli

Duyuru’nun temel meselesi aşağıda alıntıladığım kısım değil elbette. Bu pasaj sadece yazarların başta tespit ettikleri dörtlü öznellik figürü örnekleminden, “medyalaştırılanlar” kısmından bir bölüm -diğerleri borçlandırılanlar, güvenlikleştirilenler ve temsil edilenler. Sundukları toplumsal tipler için nihai demek oldukça zor, öznellik figürlerinin kendileri de yazarlarının öznelliğinden ileri geliyor. Başlarda bu kesişen kategorilere düşenleri anlattıktan sonra, 2018 itibariyle tozu tamamen kalkmış işgal ve kamp hareketlerine kavramsal çerçeve ve çıkış fikirleri devşirmeyi amaçlıyorlar metin boyunca. İlgili toplumsal hareketlerin kandaki nabzı düştükçe, metin e-pamphlet olarak yayımlandığı dönemdeki heyecanını yitiriyor fakat önerileri ve tespitlerinde can alıcı, dar zamana direnen noktalar var. “Su”ya dair kararlar almakla ilgili bölüm, yıllardan gelen ortaklık ve çokluk mefhumlarının devreye girdiği yerler, yönetimin temel unsurları olan yasama, yürütme ve yargı üzerine fragmanları ve enformasyon/iletişimin güncel önemine dair tartışmaları. Ben medya bölümünü, Deleuze referansı üzerinden, Zizek’in Don’t Act, Just Think konuşmasıyla rabıtasından, bu blog’a copy-paste değil alınteri yazılar geçirirken ya da sadece bir konuda konuşurken, söz söylemeyle “iyi” sözleri aktarma arasındaki ikilemi düşündüğümden, sosyal medyada içerik paylaşımında Kış Olimpiyatları’ndaki Kuzey Kore amigolarının arasında kalmış durağana bakma ilgimden doğru yol alırken kafama takıldığı için buraya taşıdım. Son not olarak, korsan alıntı: “Medyalaştırılan, bir yanlış bilinç figürü değildir; o daha çok, ağa takılmış, dikkat kesilmiş, büyülenmiş biridir” (s. 45).

“Eski çağlarda, medyayla ilgili olarak, genellikle ortaya çıkan durum, insanlar yeterli enformasyona sahip olmadığı ya da kendi görüşlerini ifade etme araçlarından yoksun olduğu için politik eylemin tıkanmasıydı. Aslında bugün de baskıcı hükümetler web sitelerine erişimi sınırlamaya, blog ve Facebook sayfalarını kapatmaya, gazetecilere saldırmaya ve genel olarak enformasyona erişimi engellemeye çalışıyor. Bu tür baskılara karşı çıkmak kesinlikle önemli bir kavga ve biz tekrar tekrar, medyanın nasıl ağlarını kurduğuna, sonunda ve kaçınılmaz olarak bütün engelleri aşarak buralara erişimi sağladığına, bütün kapatma ve susturma çabalarını boşa çıkardığına tanık oluyoruz.

Biz burada daha çok başka bir soruna; bugünün medyalaştırılan öznelerinin nasıl tam tersine enformasyon, iletişim ve ifade fazlalığından mustarip olduğuna değinmek istiyoruz. “Sorun artık insanların kendilerini ifade etmelerini sağlamak değil” diyor Gilles Deleuze, “sonunda söyleyecek bir şeyler bulabilecekleri küçük inziva ve sükûnet araları yaratmaktır. Baskıcı güçler insanların kendilerine ifade etmelerine engel olmuyor, tam tersine onları kendilerini ifade etmeye zorluyor. Söylenecek hiçbir şeyin olmaması, hiçbir şey söylememe hakkı ne büyük bir nimet; çünkü ancak o zaman nadir olanı ve daha da nadir olanı, söylenmeye değer olan şeyi yakalama şansı doğar.” Gelgelelim, fazla sorunu yokluk sorununa benzemez, hatta bu bir miktar meselesi bile değildir. Anlaşıldığı kadarıyla, Deleuze burada Étienne de La Boétie ve Baruch Spinoza’nın altını çizdiği politik paradoksa işaret ediyor: Bazen insanlar sanki kurtuluşlarıymış gibi kölelikleri için çabalar. Gönüllü iletişim ve ifadelerine, blog yazarken, web’te arama yaparken, sosyal medyada yazışırken, insanlar baskıcı güçlere karşı koymak yerine yoksa onlara destek mi çıkıyor? Bu mümkün mü? Enformasyon ve iletişim yerine, Deleuze’a bakılırsa, bizim genellikle, düşünmek için zorunlu olan sükûnete ihtiyacımız var. Bu gerçek anlamda bir paradoks değil. Deleuze için, amaç gerçekte sessizlik değil, tam tersine söylemeye değer bir şeyimin olmasıdır. Diğer bir ifadeyle, politik eylem ve özgürlük mücadelesinde asıl önemli olan enformasyonun, iletişimin ve ifadenin niceliği değil, niteliğidir.

“Baskıcı aygıtlarda (ya da özgürlük projelerinde) enformasyon ve iletişim, emek süreçlerinin ve ekonomik üretimin her geçen gün giderek daha fazla medyalaştırılıyor oluşuyla önemini artırıyor. Medya ve iletişim teknolojileri giderek daha fazla, her tür üretici pratik için merkezi önem kazanırken, günümüzün biyo-politik üretimi için zorunlu olan işbirliği türleri açısında da vazgeçilmez bir hal alıyor. Dahası, özellikle, egemen ülkelerdeki birçok işçi için, sosyal medya onları aynı zamanda hem işlerinden özgür kılıyor hem de işlerine zincirliyor. Akıllı telefonunuz ve kablosuz bağlantınızla, her yere gidebiliyorken aynı zamanda da işinizin başında kalabiliyorsunuz. Sizin de hemen anladığınız üzere bu şu anlama geliyor: Nereye giderseniz gidin yine de çalışıyorsunuz! Medyalaştırılma, iş ile yaşam arasındaki ayrımın giderek belirsizleşmesinde ana etkendir.

Bu yüzden, böylesi işçilerin yabancılaşmasından değil medyalaştırılmasından söz etmek daha doğrudur. Yabancılaşmış işçinin bilinci ayrılmış ya da bölünmüşken, medyalaştırılan işçinin bilinci ağ ortamına tabi kılınmış ya da özümsenmiştir. Medyalaştırılanın bilinci gerçekte yarılmamıştır; parçalanmış ve dağılmıştır. Daha da önemlisi, medya aslında sizi edilgen kılmaz. Tam tersine, medya sürekli olarak sizi katılıma, neyi istiyorsanız seçmeye, fikirlerinizle katkıda bulunmaya, hayatınızı yorumlamaya davet eder. Medya sizin sevdiğiniz ve sevmediğiniz şeylere karşı hep duyarlıdır ve buna karşılık siz de sürekli dikkat kesilmiş bir halde olursunuz. Medyalaştırılanın öznelliği bu yüzden paradoksal olarak ne aktif ne de pasiftir, sürekli olarak dikkat kesilmiş bir halde bekler.”

Michael Hardt & Antonio Negri, Duyuru, çev. Abdullah Yılmaz, Ayrıntı Yayınları, 2012 [2012], s. 22-3.