Karasu, Yaşam Bilisizliği

Karasu burada bir çeşit apati tasviriyle başlıyor. Birinci dereceden deneyimlenmemiş, duyulmuş acılar karşısındaki hissizlikten söz ediyor. Hemen ertesindeyse çok daha bedensel ve kişisel bir deneyime sıçrıyor. Bu kez tanınmayan başkasının acısını sezememeye ek olarak, kendi hazzını da ötekiyle paylaşmaktan yoksun bireyle birleştiriyor yarattığı korkuluğu. Şimdiden acı bir hal aldı. Son olarak, bu figüre bir de başkasının acısından gizli bir haz duyan kişilik özelliklerini katıyor. Yarattığı Frankenstein’ın kökeniniyse bir kötü niyet ya da zalimlikte değil, basitçe cahillikte buluyor. Okuyarak öğrenilemeyen, bir yaşam deneyiminden doğabilecek, belki bir anlık, aydınlanma çare olabilirmiş hastaya. Tüm bu detaylar birbiriyle o kadar da ilişkili olmayabilir ama dün okuduğumdan beri tedirgin edici bir şekilde yüzeye çıkıyor aklımda. O yüzden bir ‘cautionary tale’ (eğitici öykü?) olarak stoklamak istedim.

Gazete okurken, birileriyle konuşurken, anlatılan, iletilen acılar, kötülükler, cinayetler karşısında, ölümler, kıyımlar, kırımlar karşısında içi oynaması gerektiğini duyduğu halde gönlünden herhangi bir kıpırtı, herhangi bir ürperti geçmeyenler vardır: Bundan ötürü kaygı duyarlar. Kimi ise, herhangi bir şey de duymaz; bundan ötürü kaygılanmaz; kaygılanmayı anlayamaz… Taş yürekli falan değildir bu insanlar; imgeleme güçleri, kendi dertlerinden, acılarından, gözle görüp elle dokunabildiklerinden ötesine erişmemektedir, o kadar. Aynı kişiler, ağlayan bir çocuğun resmi karşısında, sıradan bir filim, bir öykü, bir oyun karşısında içlenir, üzülür, ağlar. İmgeleme güçleri, ancak, bir tür somutluk karşısında canlanır, kıpırdar.

Yeni tanıdığı biriyle güzel, doyurucu sayılabilecek bir sevişmeden sonra “bir daha ne zaman buluşalım?” sorusuna yanıt bulamayanlar vardır. Gözlerini kaçıranlar, bahane arayanlar… Karşılarındakinden hoşlanmışlardır; onunla “yıldızlarının barışabileceğini” düşünürler de belki, düşünme çabası gösterecek olsalar. Ama o anda sıkıldıklarını, içlerinden utanca benzer bir yel esip geçtiğini duymakla yetinirler. Gerçek sıkıntıları, eksiklikleri ise belki de, gene, imgeleme yetilerinin yoksulluğu, düş güçlerinin kavruk kalmışlığıdır. Çiğnemeden yuttuğu bir yemekten sonra bir daha acıkabileceğini usundan geçiremeyen torlar gibidirler bunlar. Yaptıklarının tadına gereğince varacak, hakkını verecek durumda da değillerdir; istediklerini bilecek, birkaç saat ya da birkaç gün sonrasını öngörecek görgüleri de oluşmamıştır sanki.

Bir yaşam bilisizliğidir bu. “Bana dokunmayan yılan bin yaşasın” dedirten, kişinin kendine yakın bulmadıklarının acısı karşısında —gizli de kalsa— bir “oh olsun! Dikkat edeydi ya,” duygusu bile uyandırabilen bir bilisizlik. Bir kafa yoksulluğudur bu. Okumasını öğrenmiş ama yaşamadığının farkına varamamışların, bir insanın birçok yaşamı yan yana sürdürebileceğini usu almayacakların yoksulluğudur bu; sokağa düşmenin, kötülüklerle burun buruna gelmenin kimi zaman biraz olsun azaltabildiği bir yoksulluk…

Bilge Karasu, Gece, Metis Yayınları, 2019 [1985], 12. basım, s. 155-6.

Canetti, Robert Walser (I)

Elias Canetti’nin Walser üzerine bir yorumuyla Coetzee’nin bir yazısında karşılaşmıştım. O alıntının yer aldığı metni arıyordum aslında, henüz bulamadım. Coetzee şöyle anlatıyor: Walser 1956’da, 78 yaşındayken Herisau’da kaldığı akıl hastanesinden çıktığı bir kır yürüyüşü sırasında vefat etmiş. Kara gömülü cesedini çocuklar bulmuş. Coetzee, yazarın cesedinin fotoğraflanması, dağıtıma sokulması ve bu ses getiren -yazarın yalnız ölümü- olayla birlikte 1960’larda Walser’e dair biriken edebiyat eleştirisi külliyatını utanç verici buluyor. Gençlik yıllarında parlayan fakat yaşamının son 25 yıllık döneminde üretimi duran, akıl hastanesinde yaşayıp yalnız ölen, ölümünden sonra Mikrogram’ları ortaya çıktığında çalışılmaya başlayan bir yazar üzerinde biriken ilgi patlamasına 1973’ten bir Canetti alıntısıyla işaret ediyor: “Kendi kendime düşünüyorum; sakin, güvenli, cansız ve nizami akademik hayatlarını perişanlık ve keder içinde yaşamış bir yazar üzerine kuranlara bakıyorum, burada kendinden utanması gereken yalnız bir taraf var”.

Canetti’nin başka kitaplarında da Walser anmaları var, hatta İnsanın Taşrası kitabında aşağıdaki pasajla kesişen bölümlerin de olduğu bir kısım var, orada Ahmet Cemal çevirmiş, ‘pırıltı’ yerine ‘parıltı’ demesinin yanı sıra başka farklar var. Sözcüklerin Bilinci’nde de Kafka üzerindeki etkisini anıyor Canetti. Kurtarılmış Dil’de ise Şemsa Yeğin’in orada Yürüyüş diye çevirdiği, Türkçeye Gezinti olarak çevrilen kitabın üzerinde yarattığı tutulmadan bahsediyor.

Burada ilgimi çeken noktalar: dünyaya beliren kökensiz bir hayranlık, yazarın ve karakterlerinin kendilerini sürekli dışarıda hissetmeleri, imkansız kısır döngüde bir inkarcılık, her tür büyüklükten kaçış çizgileri, bir akıl hastanesi benzetmesi olarak ‘modern manastır’, kahramanlarının sık anılan eşsizliği ve yeniliği, Canetti’nin içten öykünmeleri ve Walser’in küçüklüğe dair çelişkileri.

Robert Walser’e tosladım, birçokları, başka yüz kişi arasında: En canlı olanı.
     Kafka solmakta.

Robert Walser’in edebiyatçı olarak özelliği, motiflerini asla telâffuz etmeyişidir. O, bütün edebiyatçıların en örtülüsüdür. Hayatından hep memnundur, hep her şeye hayrandır. Ama hayali soğuktur, kişiliğinin bir bölümünü dışladığı için, ve bu nedenle de tekin değildir. Her şey ona dış doğadır ve bu doğanın aslını, en özünü, korkuyu, hayatı boyunca inkâr eder.
     Gizlenmiş her şey için ondan öç alan sesler ancak sonra ortaya çıkar.
     Eserleri, korkuyu ele vermemek konusunda sürekli bir çabadır. İçinde fazla korku oluşmadan önce her yerden kaçar —teğet geçer hayatı— ve değişir, kurtulur, çoğu zaman hizmete ve küçüğe kaçarak. Her “yüksek” olana, her önde gelen ve iddialı şeye karşı o derin ve içgüdüsel antipatisi, onu iktidardan boğulan çağımızın önemli bir edebiyatçısı yapar. Ona geleneksel anlamda “büyük” bir edebiyatçı demeye çekinir insan; “büyük” sözcüğü kadar ona ters gelen bir şey yoktur. Onun kendini verdiği şey, büyüklüğün yalnızca pırıltısıdır. Pırıltıyı, seyretmekten zevk alır, ona katılmaz. Bir insana dış hayatta nelerin önemli olduğundan utanmaksızın okuyamazsınız onu, böylece kendine özgü bir azizdir o, yaşanmış ve içi boşaltılmış ilkelere göre değil.
     Onun “hayat mücadelesi” deneyimi, bu mücadelenin artık var olmadığı tek alana, akıl hastanesine, modern manastıra götürür.

“Ben yalnızca aşağı bölgelerde nefes alabiliyorum.” Robert Walser’in bu cümlesi, edebiyatçıların kader sözü olabilirdi. Ama kibarlar bu cümleyi söylemez ve ün kazanmış olanlar ise bunu düşünmeye artık cesaret edemez. “Ünlü olduğunuzu birazcık unutamaz mısınız?” demişti Hofmannsthal’a ve büyüklerdeki çirkinliği hiç kimse daha güçlü belirtmemiştir.

Walser gibi ilginç bir figür yaratamazdı hiç kimse. O olmasa ortaya çıkamazdı Kafka; Kafka’yı birlikte yaratan oydu ve Kafka’dan daha sivriydi.
     Kafka’nın karmaşaları, bakış açısından gelmedi. Onun katılığı, bağımlılık katılığıdır. Kendini uzaklaştırmak için Taoist olur.
     Walser’in şansı, başarısız bir babaydı. O, doğası gereği Taoistti, Kafka gibi sonradan böyle olması gerekmedi.
     Onun asıl kaderi, güzel el yazısıdır. Bu yazıyla belli şeyler yazılmaz. Gerçeklik, yazının güzelliğine uyar. Bu, ona şans getirdiği sürece yazarak yaşayabilir.
     Bu yazı başarısız olduğunda Walser işi bırakır. Herisau’daki yıllarında bundan korkmuş olması olasıdır.

Robert Walser beni gittikçe sarıyor, özellikle de hayatı. O, benim olmadığım her şey: Çaresiz, suçsuz ve çocuksu içtenlikli.

Hakikatin üstüne gitmeksizin; hakikatin etrafında dolaşmakla hakikatin kendisi olur.
     Bu, ne kastettiğini daima bilen ama görünürde etrafında dönen Thomas Mann’ın üstün ve anlaşılır süslemelerinden farklıdır. Walser, anlaşılır olmayı arzular, ama olamaz.
     Küçük olmayı ister, ama küçüklükle suçlanmaya dayanamaz.

Yaşın gereği pek az saygı hissediyor da değilsin. Güneş, Musil, Robert Walser için büyümüyor musun henüz?

Elias Canetti, Edebiyatçılar Üzerine, çev. Gürsel Aytaç, Payel Yayınları, 2007, s. 87-9.

Maurice Blanchot’ya Kısa Giriş | C. Fynsk (Notlar)

Christopher Fynsk’in European Graduate School’daki “Maurice Blanchot’ya Kısa bir Giriş” sunumundan aldığım notlar. Fynsk’in Blanchot seminerinin ilk dersi bu, tüm dersleri playlist yapmışlar. Yer yer çeviriye yaklaşıyor ama birebir çevirmediğimden, en fazla not diyebilirim. EGS’nin gürültülü korkunç ses kayıtlarının baş ağrısı yaptığı iki veya dört kişinin işine yarar belki.

Genel olarak, Blanchot’nun 1930’lardan bugüne başkaları tarafından nasıl temkinle karşılandığından, gençliğindeki sağcılığından, etrafındaki haleden, şimdiye kadar tanıştığım Blanchot’ya bir yerden dokunmuş herkesten duyduğum “okudum ama ben tam bilmiyorum, güzel, nasıl desem, pek bir şey diyemem,” diye başlayan ifadelerin olası sebeplerinden bahsediyor. Giriş dersi olduğu için pek bir özet ya da argüman yok, ortamı ısıtmaya çalışıyor biraz da, o yüzden, oldukça övücü bir konuşma. Yüceler Yücesi Blanchot için.

Blanchot yaygın olarak bilinmiyor. Herkes bir duymuştur, etrafta hep “Blanchot’dan bir bölüm okudum, hakkında şöyle bir şey okudum” gibi şeyler duyarım fakat bu kişiler buradan doğru nasıl ilerleyeceklerini bilmezler genelde, yazarı belli bir yere oturtamazlar. Bugün teoriye dair güncel tartışmaya bakarsanız, Blanchot’nun 1985’ten beri bu tartışmadaki gölgemsi varlığını sezersiniz, daima sınırlarda yer alır. Alıntılanan, tartışmayı ilerleten bir noktadan doğru olmasa da, hep oradadır ama bir yandan tam olarak da orada değildir. Birisi Blanchot dedi mi bir duraksama yaşanır, konumların verili olduğu teorik alanda bir aksama olur.

Blanchot, güncel teoriyi teori kılan kişilerdendir, özellikle Fransa’da ve post-yapısalcılar arasında. Foucault, Deleuze, Derrida ve Lacan gibiler arasında Blanchot edebiyat sorusunu, yazınsal olana dair soruyu soran başlıca yazardı. Bu biraz mübalağa olarak görülebilir. Sonuçta bu yazarlar da Heidegger, Hölderlin gibi şiirsel yazarları okuyorlardı. Bu açıdan şiir, şiirsel/yazınsal dile dair sorular başka yollardan tartışmaya girmişti. Felsefe/şiir ya da düşünce/şiir açısından bunlar önemliydi.

Blanchot bu soruları kuramlaştırdı. Heidegger dahil herkesten daha ileriye taşıdı. Yaşamı boyunca iyi bir Heidegger okuruydu. Bir açıdan, post-yapısalcılık dediğimiz, edebiyat teorisini düşüncenin alanına taşıma hamlesi Blanchot’nun Heidegger’i okuyup kendi yazınsal pratiğini ve etkisini üretmesiyle gerçekleşti (maksadı ben abartmış olabilirim ama böyle anladım, üzgünüm).

Fakat, Blanchot’nun yazdıkları 70’lerden itibaren ve 80’lere doğru (1980/4’te Felaket Yazısı ile) fragmanlaşmaya başladı. Teorik detaylandırma ve özetlemeleri kullanmayı bıraktı. Yazdıklarının teorik referanslarına işaret etmek güçleşti. Hep oradaydı fakat onu teoride bir yere yerleştirmek zorlaşıyordu. Lacan, Derrida, Foucault ve Deleuze vb.’nin metinleri kendi başlarına teorik alanlardı fakat -çok kabaca söylersem- bir yere yerleştirilebiliyorlardı. Blanchot için bunu aynı şekilde söyleyemiyorduk. Alanın kuruluşu açısından, Blanchot’nun metinleri inatçı, ayrışmayan (recalcitrant) metinlerdi. Lacan vd.’nin metinleri de bu açıdan benzerdi, teorik bir özetlemeye, konumlandırmaya direniyorlardı, onları konumladığınızda indirgemiş oluyordunuz. Fakat teorinin alanı da böyle çalışıyordu: bu konumlamaları, neredeyse karşıt denebilecek düşünce mevzilerini kurmak. Bir yandan karşıt öte yandansa yakınlaşmaların ve etkileşimin olduğu bir alandı.

Ek olarak, kendilerini ‘post-yapısalcılık’ gibi bir yanlış isme yaklaştırmışlardı. Bu ismin kendisi de bir teorik aktivite, bir alanın kurulması anlamına geliyordu. Blanchot, o alana çekilmesi çok zor biriydi. Anılması zorunluydu fakat teorik bağlantıları pek net değildi.

Yazarlar Blanchot’nun erken dönem eleştirel yazılarına ve edebi eserlerine daha açık ve güçlü bir şekilde ilgi duyuyordu. İlk edebi eseri Karanlık Thomas (Metis, Thomas l’Obscur, 1941) üzerine Lacan ders verip, dersini kitaplaştırmıştı, Foucault onun hakkında yazıyordu. Geç dönem eserleri de okunuyordu fakat bunlar tartışmaya pek dahil edilmiyordu.

Benim de birkaç yıldır üzerinde çalıştığım “Öteye Adım Yok Ötesi” (Le pas au-delà, 1973) neredeyse hiç alıntı almaz. Ufak parçalar ya da ilginç Nietzsche ve bengi dönüş kısımları başka metinlerle iç içe geçirilir ama safi bu kitabın okumalarıyla karşılaşmazsınız. Felaket Yazısı daha fazla ilgi uyandırdı ama sadece belli bölümleriyle. O halde, elimizde Blanchot’nun eleştirel teori ve edebiyat eleştirisi üzerine düşünen erken dönem yapıtları ile kariyeri ilerledikçe özetlemesi ve konumlandırması zorlaşan metinleri var.

Sonuç olarak, herkes orada ya da burada biraz Blanchot okumuştur ama çok az sayıda insan, “evet Blanchot okuruyum, temel referanslarımdan biridir,” diyebilir. Bunda bir sorun görmüyorum; aksine, bunun akademide ve yayıncılığın kamusal alanında, teorik alanın nasıl kurulduğu ve sunulduğuyla bir ilgisi olduğunu düşünüyorum.

Son dönem eserlerinden bahsettiğimize göre iki ilginç noktayı anmak istiyorum. Özellikle Fransa’da, 60’lardan 80’lerin başına kadar, Blanchot’nun bir yazar ve düşünür olarak bir aura’sı vardı. Göz korkutucuydu, insanlar aptal görünme tehlikesiyle ve o yüce metnin karşısında yetersiz görünme korkusuyla, onun hakkında yazmamayı tercih ederdi. (Biraz da gülelim: tıpkı Fransızların İngilizce konuşmaktan, aptalca görünmemek adına, imtina etmesi gibi).

Jean-Luc Nancy, “birliktelik” (community) fikri etrafında Blanchot ile karşılaşmalarına istinaden, La communauté désoeuvrée’yi (The Inoperative Community) yazdıktan sonra Blanchot’nun ona yanıtının göz korkutucu olduğunu söylüyor. [0] Sonuç olarak, Blanchot’nun etrafında o dönem tuhaf bir sessizliğin olduğunu söyleyebiliriz.

Bu sessizliğin ikinci bir yanı Blanchot’nun politik geçmişiydi: bu herkes için rahatsız edici ve büyük bir soruydu. 30’larda Blanchot sağ düşünceye -yer yer aşırı sağa- yakın bir gazeteciydi. Bir anlamda devrimci sağ (?) ile yakınlaşıyordu ama Katolik bir noktadan, Fransız ulusunu yücelten yazarlarla yakındı. Milliyetçiydi.

Yaptığı her işte radikal bir düşünürdü. Siyasi bir tutkusu vardı. Bu tutkuyu sağ düşünceye aktardığında bunu da ödün vermeden yapmıştı. O dönemde, klasik sağ düşüncede görebildiğimiz bazı tüyler ürpertici ifadeleri vardı.

1938-1939 yılları civarında Blanchot’nun o pozisyondan doğru konuşma potansiyeli sarsılıverdi. Bunun apaçık bir tarihi yok. Christophe Bident’ın iyi bir Blanchot biyografisi var. Ek olarak Michael Holland’ın [1] ve Leslie Hill’in [2] kitapları var. Blanchot üzerine yazılmış epeyce metinden söz edilebilir fakat otoriter bir metin henüz yazılmış değil. 1938-1942 arası muğlaktı. Hala Vichy içindeydi, Pétain teslim olduğunda oradaydı, işbirlikçilerle iletişim halindeydi fakat eylemleri gölgedeydi, direnişçilerle de ilişkileri vardı.

1941-1942 yıllarında Georges Bataille ile tanıştı, yakınlaştı. Onunla sürdürdüğü tartışmalar olmuştu, düzenli buluştuklarını -büyük ölçüde Bataille’ın gözünden, çünkü Blanchot içine kapanıktı- biliyoruz. Bu buluşmaların Bataille’ın radikal düşünceleri üzerinde güçlü bir etkisi olmuştu. Pek bilmediğimiz ise Blanchot üzerindeki etkisi. Fakat, Blanchot savaş döneminden çıktığında açık bir şekilde sol düşünceye kaymıştı. Düşünceleri, 30’lardaki radikal yazılarıyla karşılaştırınca sadece siyasi düşünceleri ya da gazeteciliği diyemeyiz, edebi metinleri de buraya kaymıştı.

İlk kitabı Karanlık Thomas’ya 30’larda başlamıştı, tam tarihini bilmiyoruz. 1940’ta ilk hali yayımlandı, 250 sayfa civarıydı. Yoğun ve oldukça deneysel bir romandı. Bir anlamda roman formunu benimsiyordu ama gerçeküstücülüğün etkisini görebiliyordunuz. Kendi yazınsal biçimini yaratmıştı. Karanlık Thomas tuhaf bir çalışmaydı. Savaştan sonra tekrar baştan yazdı. Uzunluğu, ilkinin yaklaşık olarak dörtte biriydi. Bu başlı başına bir çalışma olabilir: kitabın iki versiyonu arasındaki dönüşümü incelemek. Bu inceleme, bir anlamda bugün savaş sonrası kimliğiyle bildiğimiz Blanchot’nun oluşumuna dair işaretler sunabilir.

Bu deneysel, tuhaf, uç metin Blanchot’nun sağ kanat gazeteciliğiyle tamamen uyumsuzdu. Bir çeşit bölünme yaşıyor gibiydi. Kendisi de söylemiştir, “bir gündüz varoluşum bir de gece varoluşum var,” diye. Gündüz varoluşunda çeşitli metinler yazıyor, sanırım bir dönem bir antropologla birlikte çalışıyor, yazar ve gazeteci olarak hayatını nasıl gerekiyorsa öyle geçiriyor. Geceleriyse, bizim Blanchot ile ilişkilendirdiğimiz metinleri yazıyor. O keskin yazınsal deneyleri. Savaş sırasında bir noktada bu yarılmış varoluşlar iç içe geçiyor, ikilik artık sürdürülemez oluyor. Düşünceler yazıyla uzlaşıyor. Bütün yazınsal pratiği, bugün bildiğimiz haliyle Blanchot’ya doğru evriliyor.

80’lerin başlarında Victor Farias’ın kitabıyla [3] patlak veren Heidegger olayı birçok insan için bir aydınlanma anlamına gelmişti. Heidegger üzerine çalışıyorsanız malzemelerden çoğunun zaten ortada olduğunu bilirsiniz. Fakat önceden bu bağlamda okunmamıştı. Bir ara verip bunun hakkında konuşalım çünkü ilginç bir tarihi olay. Heidegger’in Nazilere dahil olduğu, savaş sonrası dönemde biliniyordu. Sonradan, Fransızlar tarafından düzenlenen nazisizleştirme sürecine katılması gerekmişti. Heidegger’in kim olduğu, ne yaptığına dair bir gizem yoktu. Ne derecede aktif katılım gösterdiğine, üst pozisyonlara ne denli talip olduğuna dair çok fazla bilgi yoktu ama bunlar detaydı. Politik bağlılıkları konusunda kimsenin kafası karışık değildi.

70’lerin sonu, 80’lerin başında Shoah’ya dair -özellikle Claude Lanzmann’ın filminin adıyla anıyorum çünkü bir çeşit sosyokültürel adımdan ya da olaydan söz edilebilir- yeni sorular sorulmaya başlandı. Nachträglich/Belated/Gecikmiş bir şekilde Fransız toplumu Holokost’u ele almaya başladı. Heidegger üzerine ilgili kitabın yayımlanması bu süreçle kesişti: Shoah’ya yeni(den) bir ilgi uyandı. Heidegger’in siyasi düşüncesi tekrardan değerlendirilebilir oldu, kendini yeni okumalara açtı. Blanchot bir anlamda bu dalgaya yakalandı. İnsanlar onun ne yaptığını pek bilmiyordu, sağ kanattan olduğunu biliyordu. İlginç bir olgu olarak, Levinas’la, 20’lerden gelen yakın arkadaşlıkları biliniyordu. İkisi de Strazburg’da Heidegger üzerine çalışıyorlardı. Blanchot biraz da filosemitik olarak biliniyordu, çok fazla Yahudi arkadaşı vardı. Bu da sağcılar arasında sorun teşkil ediyordu. Yazdıkları bu açıdan biraz muğlaktı çünkü yazdıklarında anti-semitist görüşlere sahip aşırı sağ söylemi itham etmiyordu.

Bu yüzden, 70’ler ve 80’lerin başında Blanchot’ya dair çok fazla soru vardı. Bir yandan, Lacan, Derrida, Deleuze ve Foucault gibi dönemin en saygın düşünürlerinin seçilmiş kişi olarak gördüğü, göz korkutan bir yazınsal figürdü. Öte yandansa altından ne çıkacağı hiç belli olmayan ürkütücü birisi. Dolayısıyla, bu dönemde Blanchot’ya karşı ihtiyatlı bir sessizlik hüküm sürdü.

Nancy, belli bir yazara, düşünüre ya da sanatçıya dair yazı yazabilecek en iyi kişilerin yazdığı metinlerden oluşan, çok kaliteli bir koleksiyon olmayı amaçlayan “Cahiers de l’Herne” serisinde Blanchot kitabı yapmayı denedi. Lacoue-Labarthe ve Nancy kitap için yazı yazacak kişiler aradılar fakat katkı sağlayacak pek kimse bulamadılar. Davetlerini sadece birkaç kişi kabul etti. Bazı şaşırtıcı ret cevapları geldi. 70’ler ve 80’lerde, pek kimse Blanchot’ya dokunmak istemiyordu.

80’lerden 2000’lerin başına kadar bu tedirginlik devam etti. Blanchot’nun tartışmaya dahil edilmesi oldukça yavaş gerçekleşti. Bu yolda hem 30’larda ve 40’larda neler olup bittiğine dair görüşler gelişti hem de metinleri daha ciddi, dikkatlice ve etraflıca okunmaya başlandı. Bugün olana ise bir çeşit dönüş, ilgilerin yenilenmesi denebilir. Leslie Hill güzel bir kitap yazdı, iki hafta önce yayımlandı: Maurice Blanchot and Fragmentary Writing, tavsiye ederim.

Çeşitli yerlerde Blanchot’yu yenilenmiş bir kapasiteyle okumaya dair  işaretler bulunuyor. Bu şekilde okunmaya başlaması bence yeni bir şey. O halde, birkaç sözle bağlayayım. Sanırım modern Fransız düşüncesinde Blanchot’nun kapladığı alana dair bir taslak çizmiş oldum. İlk büyük edebi eseri Karanlık Thomas’ydı. Savaş sonrası dönemde edebiyat teorisi ve yazınsal düşünceye dair iki önemli derlemesi vardı: Yazınsal Uzam (YKY, L’espace littéraire) ve Le Livre à venir (The Book to Come). Fransız düşünce bağlamını işaretleyen, denemelerden oluşan kitaplar. Başka kitapları da vardı, La part du feu (çevrilmemiş, Ateşin Payı), Dostluk (çevrilmemiş [4], L’amitié) ya başka hatırlamadığım derlemeler. Ama özellikle işaret etmek istediklerim, ilk andığım iki kitap.

40’lar, 50’ler ve 60’lar boyunca Blanchot haftalık olarak düzenli yazıyordu. Başka metinleri değerlendirme amacıyla denemeler yazıyordu. Yazdıklarının bazıları daha mütefekkirdi. Uzunca bir süre La Nouvelle Revue Française’de yazdı. Döneminin, önde gelen çok çeşitli Avrupa merkezli metinlerini yorumluyordu. Yayımlarına baktığınızda, yazınsal düşünceye dair pratiği büsbütün şaşırtıcıydı. Eleştirel angajmanı kendine hastı. Şahane bir okurdu. Gide’i, Alman yazarlarını, ne bileyim, Rilke’yi ya da bir başkasına dair yazdıklarını okurken bu yazarları Blanchot’nun okumasıyla okuyordunuz. Olağanüstü bir üretimi vardı, dönemin yazınsal üretimini yakından takip ediyordu.

40’lar, 50’ler ve 60’larda edebiyat eleştirisi, -modern kıta Avrupası felsefesinin sıkı bir okuru olduğundan felsefe yüklü- edebiyat teorisi ve edebiyat eserleri verdi. Deneysel metinler yazmaya devam etti. Deneysel ama bir yandan da tuhaf bir şekilde güzel metinler. Savaş sonrası dönemde biri Blanchot’dan bahsettiğinde edebiyat eleştirmeni ve yazar kimliğine işaret ediyordu ama belki her şeyden önce, yazar kimliğine. Bence, Blanchot’nun üstünlüğü daima yazarlığında gizliydi. Savaş sonrası dönemde Fransız yazınında neredeyse egemen bir pozisyonu oldu. Her zaman egemenlik kavramını ve otoriteyi yapısöküme uğratmayı amaçlamış, yazıda günden güne daha çok anonimliği savunmuş olsa da. O yüzden, “yazarın ölümü” tartışması kolayca Blanchot’nun yapıtlarıyla düşünülebilir.

On yıllar boyunca üretkenliğini sürdürdü. Geniş, olağanüstü zengin bir külliyatı var. Aynı zamanda, o derece zorlu bir külliyat. Tüm bunlar da Blanchot’ya dair o müphemliği, “Blanchot kim?” sorusunu besliyor. Etkileyici ve zorlu bir kariyer ama işte bir yandan da çok güzel. Yazdıklarından büyülenmek çok kolay, birden geri dönülmez bir yola girebilirsiniz yazdıklarını okudukça. Benim amacım da sizi bu yolda baştan çıkarmak, size bu tuhaf tutkuyu aktarmak. Bunlara dair sorularınız var mı? 🙂


[0] Burada Fynsk’in bahsettiği metin Blanchot’nun İtiraf Edilemeyen Cemaat’i olmalı, emin değilim.

[1] Michael Holland (ed.), The Blanchot Reader, Wiley-Blackwell, 1995

[2] Leslie Hill, Maurice Blanchot and Fragmentary Writing: A Change of Epoch, Continuum, 2012

[3] Victor Farías, Heidegger And Nazism, Temple Univ Press, 1989 (Heidegger y el Nazismo, 1987)

[4] Blanchot’nun Dostluk kitabının çevirisini bulamadım. Murat Erşen’in Gazete Karınca için çevirdiği bir pasaj varmış.

Camus, Romana Başlamak (Veba)

Vebanın çöktüğü kentin salgın öncesi tasviri, hikayenin mekanının kuruluşu. Camus yazdığı az sayıda romana ne güzel başlıyor, ne güzel bitiriyor. Romancı kimliği daha gündelik ya da anlık olanın betimlemelerinde ya da tali duyguları yakalamada ne kadar -belki istemli olarak- eksikse, genel atmosferi kurmada, düşüncelerin ifadesinde o kadar güçlü. Bir eleştirmen, yazdıklarında “yalın bir kabusun niteliğini” bulmuş. Oran bir Orta Anadolu Şehri mi, Orta Çağ Kenti mi, Vichy Fransası mı, Nazi dönemi Avrupası mı, bugünün Türkiyesi mi, hiçbir yer mi, her yer mi?

Bu güncenin konusunu oluşturan ilginç olaylar 194…’te Oran’da meydana geldi. Genel düşünceye göre biraz sıra dışı olduğundan bu olayların geçebileceği yer burası değildi. İlk bakışta Oran gerçekten de sıradan bir kent, Cezayir’in bir Fransız ilinden başka bir şey değildi.

Kentin kendisi de, itiraf etmek gerekir, çirkindir. Dingin görünümlü bu kenti başka onca ticaret kentinden farklı kılan şeyin ne olduğunu ayırt etmek için biraz zaman gerekir. Örneğin, ne bir kanat çırpışın ne de bir yaprak hışırtısının duyulduğu, güvercini olmayan, ağaçsız ve bahçesiz bir kent, tam anlamıyla yansız bir yer nasıl düşünülür? Mevsimlerin değişimi ancak göğe bakılarak anlaşılır. İlkbahar yalnızca havanın niteliğinin değişmesinden ya da sokak satıcılarının banliyölerinden getirdikleri çiçek sepetleriyle kendini duyurur; çarşı pazarda satılan bir ilkbahardır bu. Yazın, güneş fazla kuru evleri kavurur ve duvarları gri bir külle örter; o zaman artık kapalı kepenklerin gölgesinden başka yerde yaşanmaz. Sonbaharda, tersine çamur tufanı olur. Güzel günler yalnızca kışın yaşanır.

Bir kenti tanımanın en bildik yollarından biri de insanların orada nasıl çalıştığına, orada birbirlerini sevdiğine ve nasıl öldüğüne bakmaktır. Bizim küçük kentimizde de, iklimden belki de, bunları tümü bir arada yapılır, aynı tutkulu ve belirsiz havayla. Yani burada insanın canı sıkılır ve alışkanlıklar edinmeye özen gösterir. Burada yaşayanlar çok çalışırlar, ancak hep zengin olmak amacıyla değil. Özellikle ticarete ilgi duyarlar ve onların deyişiyle, önce iş yapmakla ilgilenirler. Doğal olarak basit keyiflerden de zevk alırlar; kadınlardan, sinemadan ve deniz banyolarından hoşlanırlar. Ancak, çok mantıklı olarak bu zevkleri cumartesi akşamları ve pazar günlerine saklarlar; çünkü haftanın tüm öteki günlerinde çok para kazanmaya çalışırlar. Akşam, bürolarından çıktıklarında belli bir saatte kafelerde buluşurlar, aynı bulvarda gezinti yaparlar ya da kendi balkonlarına çıkarlar. Daha genç olanların zevkleri şiddetli ve kısadır; oysa daha yaşlıların kötü huyları işkolik toplantıları, eş dost davetleri ve kâğıt oynanan çevrelerle sınırlıdır.

Kuşkusuz bunun yalnız bizim kente özgü bir şey olmadığı ve sonuçta tüm çağdaşlarımızın böyle olduğu söylenecektir. Kuşkusuz, bugün, insanların sabahtan akşama çalışıp sonra da yaşamak için geri kalan zamanlarını kâğıt oynayarak, kafelerde ve çene çalarak harcamayı yeğlemeleri kadar doğal hiçbir şey yoktur. Ancak bazı kentler ve ülkeler vardır, orada insanlar arada sırada başka şeyden kuşku duyarlar. Genelde bu, onların yaşamını değiştirmez. Yalnız kuşku ortaya çıkmıştır ve bu da her zaman bir kazançtır. Tersine Oran, kuşkuları olmayan bir kenttir; yani tümüyle modern bir kent. Buna bağlı olarak, bizim burada insanların birbirlerini nasıl sevdiklerini belirtmeye gerek yoktur. Erkekler ve kadınlar aşk edimi denen şeyde çabucak birbirlerini yutarlar ya da iki kişilik uzun bir alışkanlık geliştirirler. Bu uçlar arasında çoğunlukla bir orta nokta yoktur. Bu da özgün bir şey değil. Her yerde olduğu gibi Oran’da da zamansızlıktan ve düşünmemekten insanlar bilmeden birbirini sevmek zorundadır.

Kentimizde daha özgün olan, burada ölmenin güçlüğüdür. Aslında güçlük doğru sözcük değil, rahatsızlık demek daha doğru olacak. Hasta olmak hoş bir şey değildir, ancak size hastalıkta destek olan kentler ve ülkeler vardır ve buralarda bir bakıma insan kendini bırakabilir. Bir hastanın şefkate gereksinimi vardır, bir şeye yaslanmaktan hoşlanır, çok doğaldır bu. Ancak Oran’da iklimin aşırılıkları, burada yürütülen işlerin önemi, dekorun belirsizliği, şafağın çabuk sökmesi ve zevklerin niteliği, her şey sağlıklı olmayı gerektirir. Bir hasta kendini yapayalnız buluverir. Nüfusun tümünün telefonda ya da kafelerde poliçelerden, konşimentolardan ve indirimlerden söz ettiği aynı dakikalarda, sıcaktan çıtırdayan yüzlerce duvarın ardında kapana kıstırılmış ölmek üzere olan birini düşünelim. Modern bile olsa ölümdeki rahatsızlık böyle, kurak bir yerde meydana geldiğinde anlaşılacaktır.

Bu birkaç bilgi belki kentimizle ilgili yeterli bir fikir verir. Hem sonra hiçbir şeyi abartmamak gerekir. Altı çizilmesi gereken, kentin ve yaşamın sıradan görünümüdür. İnsan, alışkanlıklarını edindikten sonra günlerini kolay geçirir. Kentimiz tam da alışkanlıklar için uygun bir yer olduğuna göre, burada bundan iyisi can sağlığı denebilir. Bu açıdan bakınca, kuşkusuz yaşamın çok tutku verici olmadığı görülür. En azından bizde karmaşa nedir bilinmez. Ve bizim içten, sempatik ve hareketli nüfusumuz buraya yolu düşmüş kişilerde her zaman belli ölçüde saygı uyandırmıştır. Renkten, bitkiden ve ruhtan yoksun kentimiz, sonunda dinlendirici bir yer gibi durmaya başladı, sonunda burada uyunabiliyor. Ancak kentin, mükemmel çizilmiş bir koyun önünde, çıplak bir yaylanın ortasında, ışıklı tepelerle çevrili eşsiz bir manzaraya iliştirilmiş olduğunu da eklemek yerinde olacaktır. Yalnızca bu koya sırtını çevirmiş olması ve bundan dolayı, insanın hep arayıp bulmak zorunda kaldığı denizi görmenin olanaksız olması üzücü olabilir.

O yılın ilkbaharında meydana gelen ve burada güncesini aktarmaya karar verdiğimiz ciddi olaylar dizisinin ilk göstergeleri olan -bunu sonradan anladık- olayları hiçbir biçimde kentlilerin düşünemeyeceğini, bu noktada herkes kolayca kabul edecektir. Bu olaylar kimilerine iyice doğal gelecektir, kimilerine de tersine, inanılması güç. Ancak, her şey bir yana, bir vakanüvis bu çelişkileri göz önüne alamaz. Onun görevi yalnızca, “Şunlar meydana geldi,” demektir, eğer bunların gerçekten de meydana geldiğini ve tüm bir halkın yaşamını ilgilendirdiğini biliyorsa ve böylece söylediklerinin doğruluğunu içtenlikle onaylayacak binlerce tanık varsa.

Kaldı ki, kaderin cilvesiyle belli sayıda tanıklıkları derleme olanağı bulmasaydı ve anlattığını ileri sürdüğü şeylere ister istemez karışmasaydı, zamanla tanıyacağınız anlatıcı bu tür bir girişim içinde bir değerlendirmede bulunma sıfatını pek kazanamazdı. İşte ona bir tarihçi yapıtı ortaya koyma hakkı tanıyan da budur. Tabii ki, amatör de olsa, bir tarihçinin her zaman belgeleri vardır. Bu öykünün anlatıcısının da kendi belgeleri var: öncelikle kendi tanıklığı, sonra başkalarının tanıklığı. Bunun nedeni de rolü gereği, bu güncedeki tüm kişilerin anlattığını derlemek zorunda olmasıydı, son olarak da, sonunda eline geçen metinler. Uygun olduğu kanısına vardığında bunlardan dilediğince yararlanmak istemektedir. Bir şey daha istemektedir… Ancak sıranın anlatıya gelmesi için belki de artık bu yorumları ve dilsel önlemleri bırakmanın zamanıdır. İlk günlerin anlatılması biraz özen istiyor.

Albert Camus, Veba, çev. Nedret Tanyolaç Öztokat, Can Yayınları, 2019 [1947], 35. basım, s. 13-6.

Kitabı okuduktan sonra Fargo izlerken birden bu kurmaca The Plague Monkeys kitabıyla karşılaştım.

Walser, Simon Tanner Dolaşıyor

Walser birçok noktada kendinden sonra gelenlere fikirler, cümleler, karakterler miras bırakmış gibi. Geçmişten de devralmıştır epeycesini elbette fakat ona doğru akan metinleri pek bilmiyorum. Devraldıklarından, benim aşina olduğum ilk temas, karakterin zarlarıyla ilgili. Kendini dipte muhatabını gökte kuran, yine de tamamen ezik olmayan, dünyayı aşağıdan küçümseyen veya hafife alan, öyle ya da böyle, kuvvetli özneliğinin farkında, kişilik sahibi bir kahraman. Yeraltı adamı bu karaktere en yakın tanıdığım olmuştu, elbet başkaları da vardır. Walser’in kahramanları itaat etme arzusu ile birlikte kendini rezil etmek pahasına hakikati söyleme tercihleriyle yeraltı adamına yakınlaşıp uzaklaşıyor. Asla birebir örtüşmüyor. Hiçbir karakterle ya da fikirle birebir örtüşmüyor oluşları Walser kahramanlarının özgünlüğünde kurucu olabilir. Walser gibi havai roman kişileri de.

Bu pasajda, sevdiğim bir çağdaş romancıya esin kaynağı olduğunu ya da başka bir zamandan ve diyardan onu muştuladığını düşündüğüm yükselmeler, alçalmalar, gürleyip geri çekilmeler buldum. Yaşam dediğin nedir ki? sorusunu sormaya çalışan, anlamı sürekli elinden kaçıran bir anlatıcı ve onun sevgili karakteri. İlgili ifadeleri eğilterek işaretledim.

Türkiye’de edebiyatta ve sanatta, bir yandan sürekli üretimin olduğu bir yandansa alay konusu haline gelmiş kent ve taşra ikiliği Tanner Kardeşler’de sıkça yüzeye çıkıyor. Bu kısımlarda, sonradan geldiğimi(zi), gecikmişliğimi(zi), derinden hissettim okurken. Ne mutlu ki onu, zamanında, buradan doğru köşeye sıkıştırmamışlar.

Bir acının arayışı ve ifadesi, yürüyüşün ve bedensel yorgunluğun farklı biçimleri, çocuklukta bir umut bulma hevesi ve “yoktu” ya da “anlaşılırdı” gibi kipler var pasajda.

“şehrin dışındaki kayranda, o yemyeşil meydanda, birbirlerini vuranların kendilerini alıştırdıkları, ellerini, gözlerini çalıştırdıkları söylenemez.”
bilge karasu, gece, s. 52. (kayran kelimesinin anlamını arayınca, en başta, ekşisözlük’ten)

Hava giderek ısınıyordu artık ve toprak bereketleniyordu, otlardan oluşan kalın, çiçekli bir halı serilmişti üzerine, arazilerden ve tarlalardan oluşan duman tütüyordu, ormanlar, güzel, taze, zengin yeşillikleri içinde büyüleyici bir manzara sergiliyordu. Tüm doğa kendini sergiliyordu, geriniyor, esniyor, eğiliyor, kabarıyordu, hışırdıyor, vızıldıyor ve uğulduyordu, mis gibi kokuyor ve güzel, renkli bir rüya gibi kıpırdanmadan yatıyordu. Toprak iyice şişmiş, yağlanmış, şeffaflığını yitirmiş ve doymuştu. Bereketli doygunluğu içinde uzanıyordu adeta. Toprak yeşilimtraktı, koyu kahverengi, siyah lekeli, beyaz, sarı ve kırmızıydı ve sıcak bir solukla çiçekleniyor, çiçeklenmekten neredeyse ölüyordu. Eklemleri seğirerek ve mis gibi kokularını saçarak tembellik eden peçeli bir kadın gibi hareketsiz yatıyordu. Bahçelerin güzel kokuları caddelere, erkeklerin ve kadınların çalıştığı dışarıdaki tarlalara kadar ulaşıyordu; meyve ağaçları ferah, cıvıltılı bir şarkıydı ve yakın, tombul, kubbeli orman da delikanlıların oluşturduğu bir koro; aydınlık yollar bu yeşilin içinden güçlükle geçiyordu. İnsan kayranlarda seyrine daldığı beyaz, hülyalı, miskin gökyüzünü sanki alçalırken gördüğünü ve kuşlar gibi şakırken işittiğini sanıyordu, asla görünmeyen ve doğaya alabildiğine doğallıkla uyan küçük kuşlar gibi. Anılar geliyordu akla, ama bunları kesip biçmek ve derinlere inmek istemiyordu insan, bu elden gelmiyordu, tatlı bir hüzne kapılıyor, ama bir acıyı tam manasıyla hissedemeyecek kadar uyuşmuş oluyordu. Öylesine yürüyordu ve yine öylesine duruyor, olduğu yerde dört bir yana dönüyor, uzaklara, yukarıya, ileriye aşağıya, ötelere ve yere bakıyor ve doğadaki bu uyanışın yorgunluğundan etkileniyordu. Ormandaki vızıltı, daha çıplakça kayrandaki vızıltı gibi değildi, farklıydı ve yine yeni hayallere yönelik yeni bir tavır gerektiriyordu. Bunlarla durmadan mücadele etmek, karşı koymak, nazikçe geri çevirmek, kafa yormak ve bocalamak zorunda kalıyordu insan. Çünkü her şey bir bocalamaydı, bir çabalama ve kendini-zayıf-bulmaydı. Ama tatlıydı böylesi, sadece tatlı, bir parça zor ve sonra yine biraz hasis, sonra ikiyüzlü, sonra düzenbaz, sonra hiçbir şey, sonra tamamen aptalca; en nihayetinde herhangi bir şeyi güzel bulmak çok zorlaşıyordu, insan hiçbir neden göremiyordu bunun için, öylesine oturuyor, yürüyor, salınıyor, sürükleniyor, koşuyor ve duraksıyordu, bir parça bahara dönüşmüş oluyordu. İnsan kendi vızıltısından, gurultusundan ve şakımasından büyülenebilir mi? Kendi güzel salınımlarını izlemek bahşedilmiş midir otlara? Bir kayın ağacının kendi görüntüsüne sevdalanması mümkün müdür? İnsan yorulmuyor ve körelmiyordu ama her şeyi olduğu gibi bırakıyordu, öylece yürüyor, bir o yana, bir bu yana öylece savruluyordu. Bu göründüğü haliyle tüm doğa bir kararsızdı, bir sabırdı ve salınmaktı havada. Havada güzel kokular salınıyordu ve tüm toprak sabrediyor ve bekliyordu. Renkler bahtiyar ifadesiydi bunun. Çiçek açan bir çalılıkta vaktinden erken çökmüş yorgunluğa ve önsezilere dair bir şeyler bulabilirdi insan. Bu bir tür, artık-daha-fazlasını-istememekti, tepeden tırnağa bir tebessüm. Ormanla kaplı, mor, esintili dağlar uzaklardan, çok uzaklardan duyulan borazan sesleri gibiydi, insan manzarayı biraz İngilizvari buluyordu, dolgun bir İngiliz bahçesi gibiydi, seslerin bu debdebesi, örüntü ve çalkantısı duyulara bu yakınlığı hatırlatıyordu. Manzaranın şu anda falanca ve filanca yerde de tıpkı şimdi burada olduğu gibi olabileceğini düşünüyordu insan, yöre, insanın gönlüne tüm diğer yöreleri çağırıyordu. Komikti bu ve uzaklara taşıyan, alıp götüren ve yakına getiren bir şeydi: Küçük oğlanların getirdikleri gibi bir getirme, çocukların verdikleri gibi bir verme, bir söz dinleme ve kulak kesilme. İnsan istediğini söyleyebilir ve düşünebilirdi, hep o aynı söylenmemişlik, düşünülmemişlik kalıyordu daima! Kolay ve zordu, muhteşemdi ve acı vericiydi, şiirsel ve doğaldı. İnsan şairleri anlıyordu, hayır, aslında anlamıyordu, çünkü böyle yürürken, şairleri anladığını düşünmek için fazlasıyla tembelleşiyordu. Herhangi bir şeyi anlamaya ihtiyaç yoktu, insan asla anlamazdı, öte yandan her şey, bir sese kulak vermeye veya uzaklara bakmaya dönüşerek kendiliğinden anlaşılırdı, ya da artık eve gitmenin ve çok önemsiz de olsa bir görevi yerine getirmenin vakti geldiğini hatırlayarak, çünkü görevler ilkbaharda da yerine getirilmeyi bekliyorlardı.

Robert Walser, Tanner Kardeşler, çev. Cemal Ener, Can Yayınları, 2011 [1907], s. 146-8.