Merkez’den bir anlatıcı olarak Philippe Sollers

Bu yazı Papirüs Dergisi’nin, 24. (Mart-Nisan 2020) sayısında çıktı. Bir yerde basılan ilk ve son yazım. Sollers’in Merkez romanı üzerine. Derginin yeni sayısı çıktı, buraya koymam ayıp olmaz diye düşündüm. 


Philippe Sollers’ten okuduğum ilk, Türkçeye çevrilen son kitap olan Merkez’i bitirir bitirmez diğer kitaplarına ulaştım. Hayranı olup, yazdığı her şeyi okuma isteği duymaktan ziyade, bir yazarın hangi evrelerden geçerek böyle bir yazma biçimine ulaştığını merak etmiştim. Romanın temel unsurlarından olay örgüsünü dışlayan, karakterleriniyse parçalı denemelerde tartıştığı meselelere ancak bir dramatik destek noktası olarak kullanan bir anlatı yöntemiyle karşılaştım. İleri’nin, “eleştirel metnin, düşünce yazısının, denemenin arasına yaşamöyküsel, anekdotik malzemelerin, anıların, gündelik yaşamdan fragmanların yerleştirilmesi, hatta en iyi örneklerinde, anlatı jestlerinin eleştiri yazısında yeniden denenmesi, sınanmasıyla kendini var eden … melez bir tür”[1] diye ifade ettiği kurmaca eleştiri yazarlarından biri Sollers. Üzerine bir kitap da yazan Barthes’ın “modası geçmiş bir mitle birbirinden ayrıştırılmış olan yazar ve eleştirmen, aynı güç koşullar altında ve aynı nesne, yani dil [langage] karşısında yeniden bir araya geliyorlar”[2] derken müjdelediği sınır aşımının taşıyıcılarından. Genelde bu noktaya yazarlar bir anda, bir kararla gelmiyor, yazınlarının yıllar içindeki dönüşümü sonucu, üsluplarını arılaştırarak ya da başka malzemelerle zenginleştirerek ulaşıyorlar. Sollers geçmişteki –Türkçeye çevrilmemiş ve hiç noktalama işareti içermeyen blok romanı Paradis gibi– çeşitli biçimsel denemelerine rağmen son romanlarında eksiltmenin yolculuğuna çıkmış.

Çevredeki kitapçıları dolaşıp yazarın Türkçede yayımlanan eserlerini tarayınca, ilk olarak söyleşi ve eleştiri kitaplarıyla karşılaştım. Julia Kristeva ile söyleşilerinden oluşan Güzel Sanatların Bir Dalı Olarak Evlilik, Roland Barthes üzerine yazıları ve Barthes’ın ona yazdığı mektuplardan oluşan Roland Barthes’ın Dostluğu, mimar Christian de Portzamparc ile söyleştikleri Görmek ve Yazmak. Hiçbiri kurmaca değil. Oysa Sollers’in yirmiyi aşkın romanı olduğunu okumuştum. Merkez öncesinde yedi romanı Türkçeye çevrilmiş.[3] Hiçbirinin güncel baskısı yoktu. Türkçede 90’lardan itibaren birkaç yılda bir yayımlanmış, tek baskılarda kalmış bir kenar yazar, yeni kitabıyla geri dönmüştü.

Kitaplarının bulunduğu sahafları internetten çıkarıp listeleyerek Beşiktaş’tan Beyoğlu’na oradan da Kadıköy’e çıkan bir yol çizdim. Bir cumartesi günü bu rotada romanların büyük kısmını toparladım. Hepsini baştan sona okumak için olmasa da, en azından bir karıştırmak, iz sürebilmek için. İlk çevirisi 1993’te Kadınlar romanıyla olmuş, arka kapakta “Fransa’nın en çok tartışılan erkek romancısından!” diye imlemişler. Kadınları nesneleştirerek yüceltme niyeti üzerinden ağır eleştiriler alan roman Türkiye’de o kadar tartışılmamış. Neredeyse tüm kitaplarının arkasında “çağdaş Fransız edebiyatının yenilikçi ve put kırıcı yazarlarından”, “yazın dünyasının en renkli, en hırçın yüzlerinden”, “edebiyatın aykırı kalemi” yazsa da buralarda o maya pek tutmamış. Nitekim orada uyandırdığı yankılar sadece yayımlanan kitaplarından kaynaklanmıyormuş. Gallimard yayınevinde önce Tel Quel ve sonrasında L’Infini adında dönemin önemli yazarların tartışma yürüttükleri dergileri çıkarması, kendi yazdığı sayısız makale ve medyada radikal entelektüel pozisyonuyla yaptığı açıklamalarla da harlanıyormuş. Merkez romanında böyle kışkırtıcı ifadeler var mı? Shakespeare’i bir ırkçı ve antisemit olarak sunuşu, Papalığa dair Hıristiyanlık karşıtı yorumları, alaycı bir tonda ele aldığı sperm donörlüğü geneli derinden etkilemez, belki yükselen toplumsal cinsiyet tartışmalarının bir mizandri ürettiği gibi imaları tepki çekebilir. Radikal entelektüeller, genelde sağ siyasetten duymaya alışık olunan argümanları özgürlük bayrağı altında tartışmaya açmayı seviyorlar.

“Şimdi siklonun gözünde, kasırganın tam merkezindeyiz. Her şey öylesine olağanüstü bir sakinlikte ki, hiçbir şey anlamam gerekmiyor,”[4] cümlesiyle açılıyor roman. Bir yazar olan anlatıcının, sevgilisi Nora ile ilişkisinden yola çıkarak başta psikanaliz olmak üzere hakikat-sonrası, kutsal ve klasikleşmiş metinler, teknolojik yenilikler, bireyin yaşam mücadelesi gibi temalar etrafında dolaşan kısa denemelerinin uç uca eklenmesinden oluşuyor. ‘Siklonun gözü’ hem Sollers’in yazarlığına, romanlarındaki anlatıcı karaktere ve onun gözünden baktığı dünyaya hem de gün boyu analizanları dinleyen Nora’ya işaret eden üretken bir imge. Yunanca ‘halka, daire’ anlamına gelen kuklos kökünden türeyen yüksek şiddetli fırtına siklon, tek gözlü mitolojik devleri, kiklop’ları da çağrıştırıyor. Bir göz etrafında dönen hava hareketinden evrene bakıyor Merkez’in anlatıcısı. Bu bakış, sadece bu romana özgü değil, bir eleştirmen bu kitabın çok öncesinde “Sollers’in edebiyatında anlatıcı, paradoksal olarak, kendini toplumsal fars çeperinin en ucuna konumlandırarak, onun en derin merkezine yerleşir”[5] diyerek merkezi işaretlemiş. Farklı kahramanların ve seslerin bir aradalığının karşı ucunda, metnin her noktasında olup biteni hazır ve nazır gözleyen, tekil kaynaktan çıktığı apaçık bir sesle ve bilgiyle yazıyor Sollers. Birinci tekil anlatıcıda Tanrı anlatıcının imkânlarını arıyor. Karakterleri ve farklı sesleri konuşturmak yerine, kendisi sık sık edebiyat tarihinden bugün bile yankısı kuvvetli seslere kulak kabartıyor. Tam da bu hattan söze giren çağrışımlarının hızına yetişmek gayret istiyor. Ben kendi adıma, eğer referansı çevreleyen tartışma ilgimi çekerse gayret gösteriyorum, çekmezse peşinde fazlaca koşmuyorum. Okurlukta kusursuz ve sonsuz takip çabası çok maliyetli olabiliyor, kitaplar asla sonlanmıyor.

Merkez’in peşinde koşturmaya davet eden yapısının temel öğelerinden birisi, ele aldığı meselelere dair ön bilgi beklentisi ve isim geçirme (namedropping) oyunları. ‘İsim geçirmek’ çevirisini öneren Alpay, ilgili pratiği “bir uçta masum düşünsel yordamların vazgeçilmez ortak kültür uğrakları, diğer uçta bazen sonu gelmez bir özgüven yoksunu çıraklık duygusu ya da ‘büyük’lere hizalanmak arzusu”[6] bulduğu ipin iki ucu arasına geriyor. İsim geçirmenin biz çeper ülke okur/yazarları açısından özellikle farklı deneyimlendiğini söylüyor. Bu isimlerin oluşturduğu ortak kültür alanına gösterişçilikten uzak durarak ve tamamen de yaslanmadan, dengesinin bilincinde bir kullanımla adım atmayı öneriyor. Entelektüel alanın yüksek katlarından yazan bir Fransız yazar için bunlar geçer ölçü değil elbette. İsim geçirmelere kategorik olarak karşı okur için yazarın bu isim geçirme sevdası ilk raunttan havlu atma sebebi. Üstelik kimi anlarda sadece isimler de kurtarmıyor anlatıcının kibrini: “Gençliklerinde Latince dersi almamış olan Rimbaud hayranları beni güldürüyor”.[7]

Sollers, en merkezi teması olan psikanalizi, Freud ya da Lacan’ın görüşlerini ya da psikanalizin bugünkü konumunu tartışmaktan ziyade kenardaki hikâyelerle ve biyografik detaylarla dolaylı olarak konu ediyor. Okurun psikanalizin dünü ve bugününe dair tarihsel olaylara ve teorik tartışmalara vakıf olduğunu varsayıyor. “Analizin zamanı geçti, değeri düştü, zayıfladı, küresel gösterinin ve sinirbilimlerin akınına uğradı”[8] diye geçiştirebiliyor psikanaliz eleştirisi külliyatını. Geçmiş romanlarında Proust’un karakterlerinden hepimizin yakından tanıdığı kamusal figürlermişçesine söz edişi, belki de bu tarzının en kristal örneği. Freud’un kokainin faydalarına dair sevgilisine yazdığı bir mektup, Lacan’ın kendini beş yaşında kalmış gibi hissetmesi, terapi ücretlerinin fahişliği ve hep nakit ödenmesi gibi detaylardan sorular ve spekülasyonlar üretiyor. Devasa bir kütüphanenin içinden, hem geçmişin büyük yazarlarının uğultularıyla hoşbeş içinde bir hafiflikle hem de bu yankıların onda yarattığı gürültüyü dindirmeye çalışırcasına yazıyor: “Siklonun gözünde gözlerimizi kapatabiliriz ama her şeyi duyarız”[9]. Üslubu eğer aldatmıyorsa, her ne kadar yazarak çile dolduran yazarlara çok ilgili olsa da kendisinin yazmayla ilişkisi daha çok hazza dayalı izlenimi veriyor.

Psikanalizin güncelliği ve çarpıcılığı konusunda, aksi yöndeki gelişmelere karşı savunmada: “Tüm fedakârlıklarına ve tereddütlerine rağmen psikanaliz hiçbir şeyin skandal yaratmadığı bir dünyada olası bir skandal olmayı sürdürüyor”[10]. Anlatıcı, bir üçüncü sayfa haberinin esiniyle, günümüzde henüz itiraf edilememiş birçok deneyimin perde arkasında cinselliğe dair gerilimlerin kurucu işlevi olduğu konusunda ısrar ediyor. Her ne kadar şimdilerde pek çok eleştirinin müsebbibi olsa, duraklama ve yüzeyselleşme dönemi yaşamakta olsa da –Lacan Quotidien’deki o yazılar (?)– psikanalizi savunmak, açtığı yoldan ilerlemek gerektiğini düşünüyor. Kişilerin unuttukları ya da dönüp düşünmedikçe ve söze dökmedikçe farkına varamadıkları deneyimlerini hatırlamasını kendilerini tanımak konusunda çığır açıcı ve geliştirilmesi gerekli bir uğraş olarak görüyor. Kolektif belleğe karşı, kişisel olanın kıymetini öne çıkarıyor. Daimi çift yönlü, alaycı ve tepeden üslubu ise bu noktada devreye giriyor. Hem anlatıcı hem Nora, analize gelenlerin bireysel dramlarına alabildiğine kayıtsız ve onlara karşı alaycı bir şekilde yaklaşıyor. Vakalar üzerinden ilerleyen, kişisel gelişim veya hayatın nasıl yaşanabileceğine dair ipuçları içeren psikoterapist kitaplarındaki analizlerin tersine, Sollers tekil vakaları bir vasatın ifadesiymişçesine geçiştirerek anıyor: bir oyuncuyla ilişki yaşayan yaratıcılık krizinde bir yönetmen, başarısız reklamcı, yazar tıkanması yaşayan bir kadın, sol görüşlü ama inanç krizi yaşayan bir diğeri, pedofili eğilimleri olan bir rahip, aşkı arayan gey bir öğretmen, terapiyle sorunlarını aşarsa kitap yazacak.

Sollers, kırılmaların yazarı olmayı arzuluyor. Süreklilik izlenimi veren dünyada örtülü bir paradigma değişiminin, toplumsal kopuşların sözcülüğüne aday oluyor. Yazın ve bilim tarihinden benimsediği başlıca referanslar böyle kaşifler ve şairler: Dante, Rimbaud, Baudelaire gibi yazarlar ya da Freud, Kopernik gibi yazarlardan bahsederken onların yapıtlarına yaklaşımı da genelde tespit ettikleri sıçramaların övgüsüyle başlıyor. 2001 yılında Kitap-lık dergisi için Levent Yılmaz’la yaptığı, Türkçede erişebildiğim tek söyleşisinde, kavramı direkt kullanmasa da postmodernist söylemi Dante’yle birleştiriyor: “Modern zamanların son düşünürleri size, isterlerse, bütün dünyayı saran ekonomik hesapların karşısında tarihin tükendiğini, isterlerse bir kıyamet öngörüsüyle, dünyanın sonunu yaşadığımızı söyleyebilirler. Hayır. Bir çağdan bir diğerine geçiyoruz. Ve Dante bunu modern çağın başından beri belirtiyordu.”[11] 1965’e dönersek, orada bir söyleşide “kuşkusuz hiçbir alanın, en çok da dilin asla yabancı kalamayacağı, genel yorum çağına girdik. Bu da beklendik bir durum, dilin dikkatimiz üzerinde kurduğu ısrarlı hak talebi, sahip olduğumuz bilginin küresel anlamda gözden geçirilmesinin ihtiyacını doğurmakta”[12] diyor. Öncelikle küreselleşme, şimdilerdeyse dijitalleşme üzerine yazılan metinlerde benzer ifadelere rastlamak işten bile değil. Son olarak bu bağlamda Merkez’e dönersek bu kez bilginin dönüşümüne dair güncel ve yaygın bir kavram karşımızda: “hakikat-sonrası çağda hiçbir şey hayrete düşürmüyor. Gerçek yanlışın bir anı, yanlış da başka bir yanlışın anı”[13]. Burada, başka noktalarda da yaptığı gibi, Debord’un Gösteri Toplumu’na yine atıfsız bir göndermede mi bulunuyor? Böyle sorular üretmeyi seviyor olmalı. Aynı zamanda, tüm bu dönüşümler içinde edebi, bilimsel ve toplumsal buluşlara inanması ve aşk, tutku ve dostluğa bağlı romantik tarafı, Sollers’in anlatıcısını iyimser kılıyor: “genel tahribata rağmen Nora’yla, insan zekâsının ilerlemesine her zamankinden daha fazla inanıyorum”[14].

Referanslar

[1] Cem İleri, Okurun Belleği, İstanbul: Everest Yayınları, 2016, s. 31.

[2] Roland Barthes, Eleştiri ve Hakikat, çev. Elif Bildirici, Melike Işık Durmaz, İstanbul: İletişim Yayınları, 2016 [1966], s. 41.

[3] Esin Talu Çelikkan’ın çevirdiği Kadınlar (1993), Stüdyo (1999); Pınar Yasemin Alkan’ın çevirdiği Sabit Tutku (2004); Aysel Bora’nın çevirdiği Venedik Karnavalı (2007) ve Medyum (2016) YKY’den çıkmış. Serdar Rifat Kırkoğlu’nun çevirisi Hayran Olunası Casanova (2002) Ayrıntı Yayınları, Ender Bedisel çevirisi Tanrısal Hayat (2006) ise Agora Yayınları tarafından basılmış.

[4] Philippe Sollers, Merkez, çev. Nilgün Tutal, İstanbul: Alfa Yayınları, s. 7.

[5] Forest’ten aktaran Armine Kotin Mortimer, “Philippe Sollers, Secret Agent”, Journal of Modern Literature, 23:2, Kış 1999-2000, s. 313.

[6] Necmiye Alpay, “‘İsim geçirmek’ ile ‘ortak kültür’ arasında”, K24, Mart 2019, https://t24.com.tr/k24/yazi/isim-gecirmek-ile-ortak-kultur-arasinda,2213, Erişim tarihi: 11 Şubat 2020.

[7] Sollers, Merkez, a.g.y., s. 85.

[8] A.g.y., s. 40.

[9] A.g.y., s. 21.

[10] A.g.y., s. 40.

[11] Philippe Sollers, “Planeter Bir Dünyaya Doğru”, Söyleşiyi yapan: Levent Yılmaz, Kitap-lık, 45, Ocak-Şubat 2001, s. 118.

[12] Philippe Sollers’ten aktaran, Daniel Brewer, “Writing and the Experience of Limits”, Modern Philology, 84, Ağustos 1986, s. 112.

[13] Sollers, Merkez, a.g.y., s 64.

[14] A.g.y., s. 30.

Kundera, Roman ve İroni

Kundera ironiyi roman türüne içkin bir özellik olarak görüyor. İroniden bahsederken onu bir söz sanatı olarak değil, genel bir yaklaşım olarak anıyor genelde. Her ne kadar ironi dese de, bahsettiği yaklaşım benim kafamda keskin hâliyle bir ironidense muğlak bir ironi gibi çınlıyor. Söylemek istediğini o kadar kolay açık etmeyen tevriye’de (çift anlamlılık) olduğu gibi. Ama ironi de basit sözlük anlamının ötesinde bunu kapsıyordur belki. Apaçık bir şekilde karşıtı imâ etmek için değil, okurun dikkatini karşıt gibi görünen, aslında birebir karşıt da olmayan çelişkili olguların birlikteliğine, bunlara dair yargılarda bulunmanın imkânsızlığına doğru çekmek için ironiyi kullanıyor. Kaynağını yıllardır hatırlamasam da aklıma getirdiği şöyle bir durum: “Ben kendimi hep eli açık biri olarak bilirdim. Herkese yardım ederdim. Bir gün fark ettim ki aslında bencilin tekiyim. Meğer bunu saklamak için bir bonkör gibi davranıyormuşum.” Biri böyle dediğinde ona dair ne düşünürüz?

Başka yerlerde daha sık rastladığım ikilikteki gibi samimiyetle karşıt yönleri üzerinden düşünmüyor kavramı. Werther için sorduğu böyle bir soru: “Duyarlı ve soylu mu? Yoksa saldırgan, kendine âşık, hassas biri mi?” Bunu bilemeyeceğimizi düşünüyor, her ne kadar eleştirmenleri, okurları ve analizcileri genelde metinleri belli bir sabitleme üzerinden okusa da. Sabitlemek zorundayız bir noktada ki tutabilelim. Kundera da “her şey olur” diyen bir yazar değil tabi ama herhalde bir muğlaklık ve irrasyonalite çizgisi çekiyor çok iyi bildiğimizi sandığımız gerçekliğe.

Romanın işlevine dair sürekli altını çizdiği şey: yalnızca romanla anlatılabilecek olanı ifade etmek. Bu özel türde edebiyatın diğer alanlarının, felsefenin, sanat ve bilimin söyleyemeyeceği bir şey olduğu iddiasında. İroniye yaklaşımının bu gözüpek iddiayı destekleyen bir yanı var. Roman çelişkili gibi görünen o halleri veya olayları sadece sunmakla kalmayıp, o duruma nasıl gelindiğinin dökümünü en ince ve önemli ayrıntısına kadar yapmakla yükümlü. Biraz da bu dökümün doğru yolunu bulabilme sanatı. Tarihsel, psikolojik, denemeci veya başka yöntemlerden faydalanarak yapabilir işini. Fakat tamamladığında onların toplamı değil de onları aşan bir yanı ortaya çıkıyor, Kundera’dan anlayabildiğim.

p.s. Kafka’ya dair ufkumu açan tartışmaları, gününün düşünce dünyası ve kitle iletişim araçlarının iletişimi getirdiği nokta üzerinden romanın mevcut varoluşunu sorgulaması, kendi romanlarını yazarken ve çevirileriyle karşılaştığında yaptıkları, herkesin tamamen paylaşmayabileceği kişisel büyük-roman tarihi ve onlar üzerinden detay okumalarıyla özel kitaplarımdan oldu Roman Sanatı.

Bütün büyük eserlerde tamamlanmamış bir yan (tam da büyük olmaları yüzünden) vardır. Broch bizi sadece sonuna kadar götürdüğü şeylerle değil, hedefleyip ulaşamadığı şeylerle de esinlendiriyor. Eserlerindeki tamamlanmamışlık bize şu noktaların gerekli olduğunu anlatır: 1. Köklü bir yalınlık getirecek yeni bir sanat (yapısal açıklığı kaybetmeden modern dünyada varoluşun karmaşıklığının kucaklanmasını sağlayacak); 2. Yeni bir romanesk kontrpuan sanatı (felsefeyi, hikâyeyi ve hayali tek bir müzik halinde kaynaştırabilecek); 3. Sadece romana ait bir deneme sanatı (yani apaçık bir mesaj taşıma iddiasında olmayan ama varsayımlara dayalı, oyun gibi ya da ironik olarak kalabilen). (s. 69)

Zaman zaman yazar olarak, kendim olarak müdahale etmeyi severim. Böyle durumlarda, her şey tona bağlı. Daha ilk sözcükten itibaren, düşüncelerim bir oyun havasındadır, ironiktir, alaycıdır, kışkırtıcıdır, deneysel ya da sorgulayıcıdır. Varolmanın Dayanılmaz Hafifliği’nin bütün bir altıncı bölümü (Büyük Yürüyüş), kitsch üzerine bir denemedir ve temel ilke de şudur: Kitsch pisliğin mutlak inkârıdır.” Kitsch üzerine bütün bu fikir yürütmelerin benim için çok büyük önemi vardır, bunun arkasında pek çok düşünce, deneyim, inceleme, hatta tutku yatar ama ton asla ciddi değil, kışkırtıcı­dır. Bu deneme romanın dışında düşünülemez; benim “sadece romana özgü deneme” dediğim de budur işte. (s. 82)

İroni (ironie) Kim haklı, kim haksız? Emma Bovary dayanılmaz mıydı? Yoksa cesur ve etkileyici mi? Ya Werther? Duyarlı ve soylu mu? Yoksa saldırgan, kendine âşık, hassas biri mi? Roman ne kadar dikkatli okunursa cevap da o kadar olanaksızlaşıyor; çünkü zaten roman tanım olarak ironik bir sanat: Romanın “gerçeği” gizlidir, telaffuz edilmemiştir, telaffuz edilemez. Joseph Conrad Batılı Gözler Altında adlı eserinde, bir Rus devrimcisine şunları söyletir: “Kadınların, çocukların ve devrimcilerin, bütün cömert içgüdülerin, her türlü inancın, her türlü fedakarlığın, bütün eylemlerin inkarı demek olan ironiden tiksindiklerini hatırlayın, Razumov!” İroni insanı sinirlendirir. Alay ettiği ya da saldırdığı için değil ama dünyanın anlaşılmazlığını gözler önüne sererek bizi kesin inançlardan yoksun bıraktığı için. Leonardo Sciascia, “İroni kadar anlaması zor, çözülmesi olanaksız bir şey yoktur,” der. Bir romanı üslup zorlamalarıyla “zorlaştırmayı istemek” boşunadır; bu sözcüğe layık her roman, ne kadar şeffaf olsa da alttan alta barındırdığı ironiyle zaten yeterince zordur. (s. 126-7)

Roman (ve şiir) (roman [et poésie]) 1857. Yüzyılın en önemli yılı. Kötülük Çiçekleri: lirik şiir kendi alanını, kendi özünü keşfediyor. Madame Bovary: İlk defa bir roman şiirin en yüksek taleplerini (“her şeyin üzerinde güzelliği arama isteği; her bir sözcüğün önem taşıması; metindeki yoğun melodi; her ayrıntıda özgünlük arayışı”) karşılamaya hazır. 1857’den itibaren romanın tarihi, şiire dönüşen roman’ın tarihi olacaktır. Ama şiirin taleplerini üstlenmek, romanı lirikleştirmekten (özündeki ironiden vazgeçmek, dış dünyaya sırtını dönmek, romanı kişisel itiraflara dönüştürmek, onu söz oyunları ve süslerle doldurmak) başka bir şeydir. Şair olmuş romancılann en büyükleri şiddetle antiliriktir: Flaubert, Joyce, Kafka, Gombrowicz. Roman: antilirik şiir. (s. 137)

Milan Kundera, Roman Sanatı, çev. Aysel Bora, Can Yayınları, 2017 [1986], 7. basım.

Les garçons sauvages (2017) | Referanslar

bir alıntı-montaj

Les garçons sauvages (The Wild Boys, 2017) filmini bir arkadaşım David Cronenberg’i anmamız üzerine önermişti. Bu queer, okültist, gerçeküstücü ve deneyci filmi izlerken aklıma hem geçmişte izlediğim benzer filmler geldi hem de izlediğim film aşina olduğum şeylere pek benzemiyor diye düşündüm. Alışılmadık bir şeyle karşılaşınca uzandığımız o benzetme çabası, filmler üzerine yazılan metinlerde kendini genelde belli ediyor.

Edebiyata veya sanata dair konuştuğumuzda, herhangi bir gündelik sohbette, bir duyumu ifade ederken, soyut bir kavramı anlamaya ya da anlatmaya çalışırken hep başvurduğumuz, hayatı anlamlandırmanın birincil pratiklerinden olan benzetme, (sinema üzerine) yazılarda yazanın kültürel sermayesini dışa vurma ya da sinema aşkıyla taşıp çağlama anlarında yoğunlaşıyor. Bazı okurlar özel isimlerin anılmasına nefret beslerken kimileri de bu karşılaşmalardan uslanmaz bir haz duyuyor. O andaki karşılaşmayı belki de sonradan asla tekrar yüzüne bakılmayacak olan yer imlerine eklemek: kültürel ve bilişsel yükü devretmenin ferahlığı.

Film yazılarına bu gözle bakınca, bazılarında başka hiçbir sanat eserinin yazıda konu edilmediğini, ötekilerdeyse metnin bir referans bombardımanından oluştuğunu fark ediyorum. İlginç gelen, özellikle görece yenilikçi filmlere dair yazılanlarda bu referans bolluğunun sıklaşması. Eğer üretim yenilikçiyse, nasıl oluyor da bu kadar kültürel ve tarihsel ilmeği oluyor? Yeni ya da yeni gibi görünen genelde geçmişin avangart’larının izini sürmekle yükümlü.

Ne olursa olsun, ben saklı eskiye veya günümüzde kenarda kalmış güncele göz kırpan işleri seviyorum. Les garçons sauvages’ı izledikten sonra hakkında bir şeyler okumak için IMBD’de ‘External Reviews’ bölümüne girince gördüğüm birkaç yazıyı alt alta dizdim, içlerinde bu filmi geçmişteki eserlerle karşılaştıran ve onlara benzeten kısımları ayıklayıp bir araya getirdim. Bertrand Mandico’nun referans havuzunu standart sapmanın içinde kalarak seyirci gözünde haritalamaya çalıştım. Aşağıdakiler o yazılarda söylenenlerin bir araya getirilmesinden oluşuyor.

Enfant sauvage: Doğada tek başına büyüyen vahşi çocuk. (Kaspar?)

Senaryonun iskeletini William S. Burroughs’un Vahşi Oğlanlar (1971) romanında her tür tahakküme karşı duran eşcinsel isyancı gençler ve Jules Verne’ün İki Yıl Okul Tatili’nde adada mahsur kalan okul çocukları oluşturuyor.

Mandico’nun çiçeklerle bezenmiş alışılmadık senaryosu aziz sinema-şairi Jean Vigo’yu, queer sinemanın kutsal hayalcileri Jack Smith ve James Bidgood’u, bir başka bölümü Calvin Klein’ın 90’lardaki Eternity reklamlarını hatırlatıyor.

Sık fakat dinamik alıntıları, Bruce LaBruce’un benzer anarko-erotizm ile yüklü The Misandrits’indeki neşeli bilgeliğiyle ortaklaşıyor.

(cis) Kadınların (cis) erkekleri canlandırdığı filmler yeni değil. Önemli örnekleri Radu Gabrea’nın çektiği Fassbinder anti-biyografisi A Man Like Eva (1984) filminde oyuncu Eva Mattes’in oynaması sayılabilir. Film eleştirmeni ve tarihçisi Parker Tyler’ın Screening the Sexes (1972) kitabında söylediği bireyin (oyuncunun) erotik enstrümanının sadece cinsel organı değil bütün vücudu olduğunu, filmin bunu ifade etmek için ideal bir araç olduğu iddasını hatırlatıyor.

Anaël Snoek’in canlandırdığı ve birinci tekil anlatıcı olan Tanguy, görkemli duruşuyla ve sersemleten özsaygısıyla Claude Cahun’un meşhur peroksitlenmiş oto-portresindeki butch pozunu hatırlatıyor. Tanguy karakteri, aynı zamanda gerçeküstücü ressam Yves Tanguy’u çağrıştıyor, onun He Did What He Wanted ve The Ribbon of Extremes tabloları bu filmin de alternatif isimleri olabilirmiş.

Claude Cahun, Self Portrait, 1928

Yarattığı etkili manyetik alanla, Jean-Louis rolündeki Vimala Pons grubun fiyakalı ve hiddetli Adonis’i. Sürekli olarak çekiciliğin kurallarını baştan yazan ve onaylayan Jean-Louis bir sahnede Fassbinder’in Querelle (1982) filminde Brad Davis’in baygın denizcisini, bir diğerinde Charlotte Rampling‘in 1974’ün güldürücü The Night Porter filmindeki SS drag karakterini ya da Photoplay dergisinin çok eski sayılarındaki Byronesque ekran idollerini hatırlatıyor.

Komik, brutal, seksi ve garip bir film olarak The Wild Boys kısmen kasvetli Burroughs metnine dayanabilir fakat oyunbazlığı elden bırakmıyor. Epeyce stilize olan film asla hermetik bir yol izlemiyor.

Clockwork Orange ve Captains Courageous’un kötü çocuk rehabilitasyonlarını Bataille’ın Gözün Hikayesi ve Angela Carter’ın Passion of a New Eve’indeki erotik cinsiyet-aşırı yapıbozumlarla gerçeküstücü ve garip şekillerde kesiştiriyor. Bir rehabilitasyon öyküsü. Edebiyat öğretmeniyle Macbeth’in cadılar sahnesini oynadıkları bir sarhoş bir performans sahnesiyle açılıyor.

Sineklerin Tanrısı ve The Pink Lagoon’un buluştuğu bu tuhaf ıssız adadaki fallik yusufçuklar, yumru köklerin boşalmaları, yapraklarla düzüşmeler, fundalığın derinliklerindeki uykular Naked Lunch’tan Matango’ya Robinson Crusoe tarzı halisünatif gezintileri (Valhalla Rising’e kadar gidilebilir) anımsatıyor.

Bu film ne anlama geliyor? Neden cinselliğinizin tahmin ettiğinizden daha garip ve karanlık olduğunu keşfetmek üzere gidip biraz Bataille, Huysmanns ya da Angela Carter okumuyorsunuz?

Filmin yönetmenini unutmayın: Bertrand Mandico. Size şöyle bağırıyor: Bunuel, Jarman, Anger, huzur içinde yatabilirsiniz (evet, Kenneth, biliyorum yaşıyorsun ama, sen dinlen, şimdilik dinlen.)

Elina Löwensohn (Let the Corpses Tan’den uzun yıllar sonra gelen ikinci gerçeküstü cinsellik mash-up’ıyla) gizemli, panama şapkalı Dr. Moreau benzeri Séverin(e) rolüyle karşımıza çıkıyor.

The Wild Boys’u kategorilendirmek zor. Ana yapısı ve çatışması az çok isyankar bir büyüme hikâyesi ve deniz macerasına benziyor, biraz Sineklerin Tanrısı biraz da Randal Kleiser’in The Blue Lagoon’undan damlatılmış. Terrence Malick filmlerindeki gibi katmanlı bir üst ses kullanılıyor. Yine de, akışkan cinsiyetli karakterlerini rüyavari bir şekilde hisli orman bitkileriyle -tersine Evil Dead tarzında- seviştiren, kadınsı bacakları olan çalılıkları ve penis şeklinde meyvelerinden süte benzer bir tutkal akıtan ağaçların olduğu bu filmle ötekiler arasında başka benzerlikler bulmak güç.

Geçmişe yönelen, bindirme (superimposition) ve geriden gösterimin (rear projection) çarpıcı kullanımı, her türlü ‘gerçekliğin’ abartılması ve saptırılması açısından Guy Maddin filmleriyle karşılaştırılabilecek bir estetiği var.

Mandico’nun filme çektiği sahneler [IMDB’de negatif bilgisinde Super 16 yazıyor], 70’lerin amatör kumlu (grainy) Super 8mm kayıtlarını hatırlatıyor.

Sinemanın geride kalmış bir dönemini, Lynch-vari bir karabasan gibi, gizem dolu bir şehvet düşkünlüğüyle anlatıyor. Bunun yanında yönetmen Damien Hirst’ün tatsız işlerine göz kırpan gösterişli hipster imajlarından ve parlak elmas-gibi kafataslarından ya da fazla pozladığı çekimlerden geri adım atmıyor.

Klasikler yönetmen üstündeki etkisi filmin kadınları temsil biçiminde de kendini gösteriyor. Dr. Severine, Yves Saint Laurent‘in 60’lardaki ikonik Le Smoking smokinini ya da Katherine Hepburn‘ün pantolonlarını hatırlatan güçlü beyaz döpiyesiyle androjen bir güzellik sunuyor.

Film H. G. Wells’in Doktor Moreau’nun Adası ya da Robinson Crusoe‘nun açtığı macera romanı geleneğinden geliyor. [eleştirmen burada zaten açık kapıyı çalmış :)]

Mandico’nun imgelemi bedensel akışkanları içeren bitkiler, kıllı testisler gibi görünen meyveler, baştan çıkan otlar ve dinç ağaçlarla Hieronymus Bosch‘un Garden of Earthly Delights‘ının avangart muadiline benziyor.

Kubrick’in A Clockwork Orange‘ını hatırlatan bir sahnede -benzer beyaz gömlekler giyen ve grotesk maskeler takan- beş kahramanın öğretmene tecavüzleri alt açılardan çekilerek bir güç vurgusu yapılıyor.

Jean Cocteau‘da olduğu gibi Mandico da sahici uyarlamalar ve referanslardansa gerçekliğin üzerini kaplayan fantazmagorik dünyaları yeniden yaratmaya koyuluyor.

Alkolle yıkanan olay yerinde doğaüstü olanın varlığı yayılıyor. Gençlerin adayı keşfiyle Mandico filmin cinsel sorgulamasını ve ekspresyonist yaklaşımını ortaya koyuyor. Gençler mora boyalı gökyüzünden çağlayan fallik çıkıntılardan serpilen besinleri ve siklonik hasırotlarının beyaz tüyleriyle karşılaşıyor. Bu gibi yüce anlar çeşitli görsel ve bağlamsal referansları akla getiriyor, en başta da Guy Maddin‘in işlerini.

Filmde 1:66:1: oranında çekilmiş renkli ve siyah beyaz planlar yumuşatılmış köşeleriyle (Super16’da çekilmiş) Lisandro Alonso‘nun Jauja‘sına benziyor . . . Querelle-vari renk paletine geçtiğinde daha etkileyici oluyor.

Bu film bir trip. Kenneth Anger‘in işlerini, Rainer Werner Fassbinder’in Querelle‘ini, David Lynch’in Eraserhead‘ini ve bir şekilde Adam Resnick’in Cabin Boy‘unu hatırlatıyor. [gerçek bir referansçı yazmış, gizleme yok]

Filmin ilk yarısı A Clockwork Orange‘ın punk versiyonu gibi.

Mandico’nun erotik evreni soyut olana, neredeyse gerçeküstü bir evrene, açıkça Valerian Borowczyk’in Goto, Island of Love (1969) filmindeki ve sinemanın oluşmakta olduğu yıllardaki sayısız sessiz film ya da antik erotikaya doğru açılıyor.

Bu filmde Lovecraftçı adayı cinsiyet savaşının çok daha fantazileştirilmiş, nükteli sahası için terk ediyoruz, yine de süreç aynı gibi görünüyor.

Yazılar

Melissa Anderson, The Wild Boys, https://4columns.org/anderson-melissa/the-wild-boys

Erich Kuersten, Isles of Löwensohn: THE WILD BOYS, LET THE CORPSES TAN, https://acidemic.blogspot.com/2018/12/isles-of-lowensohn-wild-boys-let-their.html

Jake Watt, THE WILD BOYS ★★★★ A SURREAL COMING-OF-AGE ADVENTURE, https://www.maketheswitch.com.au/article/review-the-wild-boys-a-surreal-coming-of-age-adventure

Andreea Patru, OUT OF THIS WORLD: SURREALIST FILMS AT INTERNATIONAL FILM FESTIVAL ROTTERDAM 2018, https://read.kinoscope.org/2018/02/08/world-surrealist-films-international-film-festival-rotterdam-2018/

Pauline Lorillard, The Wild Boys Blu-ray, http://www.dvdbeaver.com/film4/blu-ray_reviews_59/the_wild_boys_blu-ray.htm

Patrick Gamble, IndieLisboa 2018: The Wild Boys review, https://cine-vue.com/2018/05/indielisboa-2018-the-wild-boys-review.html

Vassilis Economou, The Wild Boys: Gender-bending surrealism, https://cineuropa.org/en/newsdetail/333975/

Kenneth George Godwin, Post-Op, weeks two and three, https://www.cageyfilms.com/2019/07/post-op-weeks-two-and-three/

Rilke, İroninin Cazibesi ve Sınırları

Rilke’nin Genç Şaire Mektuplar’ından ironi öğüdü. Baştan çıkarıcılığına karşı uyarıyor. İroniyle belli bir noktaya kadar varılabileceğini, yeterince derine inilemeyeceğini düşünüyor.

İroninin size hâkim olmasına izin vermeyin, bilhassa da yaratıcı olmayan anlarda. Yaratıcı anlarda ise yaşamı kavramak için faydalanacağınız fazladan bir yol olarak kullanmaya çalışın ironiyi. Temiz kullanıldı mı, ironi de temizdir ve ondan utanmaya gerek yoktur; ama kendinizi ona fazla yakın mı hissediyorsunuz, onunla yakınlığınızın gittikçe büyümesinden mi korkuyorsunuz, o zaman ironinin, karşılarında küçük ve çaresiz kalacağı büyük ve ciddi konulara yönelin. Şeylerin derinliğini arayın: İroni oralara asla inemez, —ve eğer ki bu sayede büyük olanın kıyısına varıyorsanız, aynı zamanda bu anlayış şekli sizin varlığınızın bir zorunluluğundan mı zuhur ediyor, bunu bir araştırın. Çünkü ironi ciddi şeylerin etkisi altındayken (eğer tesadüfi bir şeydiyse) ya sizden kopup uzaklaşacaktır ya da (eğer gerçekten doğuştan sizin bir parçanızsa) güçlenip ciddi bir araç haline gelecek ve sanatınızı biçimlendirirken kullanmak zorunda olduğunuz aletler dizisi içindeki yerini alacaktır.

Rainer Maria Rilke, Genç Şaire Mektuplar, çev. Semih Uçar, Nora Yayınları, 2016 [1929], s. 16.

Lerner, İroni ve Samimiyet: 22:04

Birkaç ay önce, bir ödev için, bir kitap yazısı üzerine yazı yazmayı denemiştim. Yazı çok kötü oldu ama en azından bana Ben Lerner ve ironi bir düşünme fırsatı verdi. Vaktim kısa olduğu için “okuma” fırsatı veremedi. İroni ve samimiyet üzerine okudukça buraya parçalar eklemek istiyorum.

Kitap eleştirisini yazan Darmin Hadzibegoviç bu kitabın ve başka pek çok sevdiğim kitabın editörü. Yazıyı yazmadan önce bakınca öğrenmiştim. Lerner’ın ironiyi azaltıp daha samimi yazmaya başladığına dair argümanına karşı çıkmaya çalışmıştım. Kitap söyleşilerinde yazara da bu konuyu epeyce sormuşlar. Aslında Lerner daha çok Hadzibegoviç’in tespitine yakın bir şekilde yanıtlıyor bu soruları ama ben yanlış okumayı seviyorum.

Darmin Hadzibegoviç, Ben Lerner’ın 22:04 romanına dair kaleme aldığı “Geleceğin Yazarı”[1] başlıklı eleştirel övgüsünde, romanda iç içe geçen karmaşık öğeleri ikili zıtlıklarla formülleştiriyor.

Öncelikle, henüz ikinci romanını yazmış bulunan Lerner’ı, yazar olgunlaşması fikri üzerinden değerlendiriyor. İlk romanı Atocha’dan Ayrılış’taki genç, etrafına alaycı bir mesafeyle bakan karaktere göre daha samimi bir karakter yarattığını söyledikten sonra, roman kahramanının bir ifadesinden yola çıkarak yazarın ironinin getirdiği imkânların sınırlarının farkına var[dığını] ve ironiden samimiyete doğru yol aldığını iddia ediyor. Burada ironi ve samimiyet arasında tartışmalı bir zıtlık kuruyor. İlkini mahkûm ederek, ikinciyi müjdeliyor.

Buna ek olarak, Lerner’ın, edebiyatta yeterince sündürüldüğünü ileri sürdüğü “geçmişin yükü”yle boğuşma hastalığından sıyrılıp, bakışını geleceğe yönlendirdiğini iddia ediyor. Çift anlamlı ifadesiyle, Lerner’ı “geleceğin yazarı” başlığıyla taltif ediyor. Zıtlık bu kez geçmiş ve gelecek arasında kuruluyor.

Bu “gelecek” fikrinin ilk çağrışımı, romanın açılışından, Hasidik Yahudilerden bir mesel: yarının dünyası bugünden bambaşka değil, bugünün neredeyse aynısı olacak, sadece biraz farklı. Yani geleceğin imkânları bugünde halihazırda bulunmakta. Romanda, yeni kitabını yazmak için avansını alan karakter, nasıl bir kitap yazacağını düşünürken, geleceğe işaret eden pek çok olayla karşılaşıyor: ölümcül olma ihtimali taşıyan bir hastalık, Occupy Wall Street eylemleri, kasırga tehdidi, yakın bir arkadaşına sperm bağışlayarak baba olma ihtimali gibi…

İroni ve samimiyet, geçmiş ve geleceğe dair ikinciler lehine övgüyü, kitabın kapanışındaki, 1986’dan, Ronald Reagan’ın ulusa sesleniş alıntısıyla yeniden düşünebiliriz: “Asla daha heyecan verici bir zaman yaşanmadı, coşkulu mucizelerin ve destansı başarıların zamanı. Geleceğe Dönüş filminde dedikleri gibi, ‘Gideceğimiz yerde, yola ihtiyacımız yok’.” Bu, ironik, bugünü geçmişten örneklerle düşünen bir final değilse, başka ne olabilir?

İronik yaklaşım, tıpkı geçmişle ilgilenmek gibi, postmodern metinlerde daha çok karşımıza çıkan bir eğilim. Hadzibegoviç, yazarı anti-postmodern olarak bile tanımlıyor, roman boyu kendi üzerine düşünmesine rağmen. Romandan üretmeye çalıştığı tez bir yönüyle doğru. Anlatı, belirsiz bir şimdide, gezegenin, siyasetin ya da bireysel ilişkilerin geleceğine dair, roman kahramanının bizzat kendi yaşam öyküsünden ürettiği sorularla ilerliyor. Fakat, bu soruları aynı zamanda tarihsel referanslarla, başka sanat ürünleri üzerine düşünerek kuruyor. Söyleşilerinde, romanı, diğer tüm edebiyat ve sanat formlarını soğurabilen form olarak görüp yazdığını söyleyen Lerner için kaynaklar çoğu zaman geçmişten, bakış ise ironik mesafeden temelleniyor.

[1] Hadzibegoviç, D. (2017), Geleceğin Yazarı, K24, https://t24.com.tr/k24/yazi/gelecegin-yazari,1154