Rilke, İroninin Cazibesi ve Sınırları

Rilke’nin Genç Şaire Mektuplar’ından ironi öğüdü. Baştan çıkarıcılığına karşı uyarıyor. İroniyle belli bir noktaya kadar varılabileceğini, yeterince derine inilemeyeceğini düşünüyor.

İroninin size hâkim olmasına izin vermeyin, bilhassa da yaratıcı olmayan anlarda. Yaratıcı anlarda ise yaşamı kavramak için faydalanacağınız fazladan bir yol olarak kullanmaya çalışın ironiyi. Temiz kullanıldı mı, ironi de temizdir ve ondan utanmaya gerek yoktur; ama kendinizi ona fazla yakın mı hissediyorsunuz, onunla yakınlığınızın gittikçe büyümesinden mi korkuyorsunuz, o zaman ironinin, karşılarında küçük ve çaresiz kalacağı büyük ve ciddi konulara yönelin. Şeylerin derinliğini arayın: İroni oralara asla inemez, —ve eğer ki bu sayede büyük olanın kıyısına varıyorsanız, aynı zamanda bu anlayış şekli sizin varlığınızın bir zorunluluğundan mı zuhur ediyor, bunu bir araştırın. Çünkü ironi ciddi şeylerin etkisi altındayken (eğer tesadüfi bir şeydiyse) ya sizden kopup uzaklaşacaktır ya da (eğer gerçekten doğuştan sizin bir parçanızsa) güçlenip ciddi bir araç haline gelecek ve sanatınızı biçimlendirirken kullanmak zorunda olduğunuz aletler dizisi içindeki yerini alacaktır.

Rainer Maria Rilke, Genç Şaire Mektuplar, çev. Semih Uçar, Nora Yayınları, 2016 [1929], s. 16.

Lerner, İroni ve Samimiyet: 22:04

Birkaç ay önce, bir ödev için, bir kitap yazısı üzerine yazı yazmayı denemiştim. Yazı çok kötü oldu ama en azından bana Ben Lerner ve ironi bir düşünme fırsatı verdi. Vaktim kısa olduğu için “okuma” fırsatı veremedi. İroni ve samimiyet üzerine okudukça buraya parçalar eklemek istiyorum.

Kitap eleştirisini yazan Darmin Hadzibegoviç bu kitabın ve başka pek çok sevdiğim kitabın editörü. Yazıyı yazmadan önce bakınca öğrenmiştim. Lerner’ın ironiyi azaltıp daha samimi yazmaya başladığına dair argümanına karşı çıkmaya çalışmıştım. Kitap söyleşilerinde yazara da bu konuyu epeyce sormuşlar. Aslında Lerner daha çok Hadzibegoviç’in tespitine yakın bir şekilde yanıtlıyor bu soruları ama ben yanlış okumayı seviyorum.

Darmin Hadzibegoviç, Ben Lerner’ın 22:04 romanına dair kaleme aldığı “Geleceğin Yazarı”[1] başlıklı eleştirel övgüsünde, romanda iç içe geçen karmaşık öğeleri ikili zıtlıklarla formülleştiriyor.

Öncelikle, henüz ikinci romanını yazmış bulunan Lerner’ı, yazar olgunlaşması fikri üzerinden değerlendiriyor. İlk romanı Atocha’dan Ayrılış’taki genç, etrafına alaycı bir mesafeyle bakan karaktere göre daha samimi bir karakter yarattığını söyledikten sonra, roman kahramanının bir ifadesinden yola çıkarak yazarın ironinin getirdiği imkânların sınırlarının farkına var[dığını] ve ironiden samimiyete doğru yol aldığını iddia ediyor. Burada ironi ve samimiyet arasında tartışmalı bir zıtlık kuruyor. İlkini mahkûm ederek, ikinciyi müjdeliyor.

Buna ek olarak, Lerner’ın, edebiyatta yeterince sündürüldüğünü ileri sürdüğü “geçmişin yükü”yle boğuşma hastalığından sıyrılıp, bakışını geleceğe yönlendirdiğini iddia ediyor. Çift anlamlı ifadesiyle, Lerner’ı “geleceğin yazarı” başlığıyla taltif ediyor. Zıtlık bu kez geçmiş ve gelecek arasında kuruluyor.

Bu “gelecek” fikrinin ilk çağrışımı, romanın açılışından, Hasidik Yahudilerden bir mesel: yarının dünyası bugünden bambaşka değil, bugünün neredeyse aynısı olacak, sadece biraz farklı. Yani geleceğin imkânları bugünde halihazırda bulunmakta. Romanda, yeni kitabını yazmak için avansını alan karakter, nasıl bir kitap yazacağını düşünürken, geleceğe işaret eden pek çok olayla karşılaşıyor: ölümcül olma ihtimali taşıyan bir hastalık, Occupy Wall Street eylemleri, kasırga tehdidi, yakın bir arkadaşına sperm bağışlayarak baba olma ihtimali gibi…

İroni ve samimiyet, geçmiş ve geleceğe dair ikinciler lehine övgüyü, kitabın kapanışındaki, 1986’dan, Ronald Reagan’ın ulusa sesleniş alıntısıyla yeniden düşünebiliriz: “Asla daha heyecan verici bir zaman yaşanmadı, coşkulu mucizelerin ve destansı başarıların zamanı. Geleceğe Dönüş filminde dedikleri gibi, ‘Gideceğimiz yerde, yola ihtiyacımız yok’.” Bu, ironik, bugünü geçmişten örneklerle düşünen bir final değilse, başka ne olabilir?

İronik yaklaşım, tıpkı geçmişle ilgilenmek gibi, postmodern metinlerde daha çok karşımıza çıkan bir eğilim. Hadzibegoviç, yazarı anti-postmodern olarak bile tanımlıyor, roman boyu kendi üzerine düşünmesine rağmen. Romandan üretmeye çalıştığı tez bir yönüyle doğru. Anlatı, belirsiz bir şimdide, gezegenin, siyasetin ya da bireysel ilişkilerin geleceğine dair, roman kahramanının bizzat kendi yaşam öyküsünden ürettiği sorularla ilerliyor. Fakat, bu soruları aynı zamanda tarihsel referanslarla, başka sanat ürünleri üzerine düşünerek kuruyor. Söyleşilerinde, romanı, diğer tüm edebiyat ve sanat formlarını soğurabilen form olarak görüp yazdığını söyleyen Lerner için kaynaklar çoğu zaman geçmişten, bakış ise ironik mesafeden temelleniyor.

[1] Hadzibegoviç, D. (2017), Geleceğin Yazarı, K24, https://t24.com.tr/k24/yazi/gelecegin-yazari,1154

 

Crary, Blog Üzerine

Blog’a eklediğim kayıtlar tam da blog girdisi sayılmazlar. Başta telif hakkı ihlali, bunun yanı sıra tembelce girişilmiş arşiv, günlük ve yazı denemelerinden oluşuyor içerik. Kişisel ve mahrem dijital alanımda dosyalamak yerine, yarı-kamusal bir alana açma sebebim ne? Sıradan koşullarda hiç kimse girip okumayacak olsa da bir gün çok isabetli bir arama motoru aramasında birisi böylesi alıntılar ya da yorumlarla karşılaşmaktan anlık bir haz alabilir. Aşırı kişisel bir karşılaşma gerçekleşebilir, birden veriye dönüşebiliriz. Tanınma çabası, sibernetik sosyalleşme ve anahtar kelimelerin korunaklı ağırlıkları ardına saklanma da cabası.

Ziyaretçi verisini işleyen Google Analytics, her gün birkaç kişinin blog’u ziyaret ettiğini, anında çıkma oranlarının 90% civarında olduğunu söylüyor. İnternette aradığını bulamadığın, birkaç saniyelik bir tıklama ve vazgeçme anı. Bir günde kaç kere başımıza geliyor kim bilir bu talihsizlik. Siber-alanda yol aldıkça tatminsizlik biriktiriyoruz. Sonra yığıntıda birden komik ya da ilgi çekici bir şey karşımıza çıkıveriyor.

Blog tutmak üzerine kitaplara ve makalelere bakınca —ve ‘içerik üreterek nasıl bir ayda 3000$ kazandım, siz de kazanın’ yazılarını eleyince— karşılaştığım genel eğilim bu eylemin narsizmine dair yorumlar ve incelemelerden oluşuyor. Sosyal medya eleştirisi yapan yazarlar bunu politik, ekonomik ve psikolojik bir gayri maddi emek sömürüsü —ve kendini sömürü—, apolitizm ve kolektifliğin dışına düşme hali olarak okuyorlar. Haklı buluyorum. Sözünün değeri olmadığına bir inanç ile söz etmekten imtina edememenin arasında kıskıvrak kalmış, kilitsiz, kapağı yoktan gelen sert rüzgarla açılan bir hatıra defteri yazmak gibi.

Müthiş tempolu ve istikrarlı bir okur olan Tony’nin dünya edebiyatından okuduklarını paylaştığı blog’unun alt başlığı: “yazar olmak için çok tembel, sessiz kalmak içinse çok egoist”. Tony, Melbourne’de yaşayan bir İngiliz’miş, Kore ve Japonya edebiyatını yakından takip ediyor, bense onun okurluğunu izliyorum. Öte yandansa tam emin olamıyorum, Nijeryalı yazar Teju Cole Hırsıza Her Gün Bayram kitabını blog’una yazdığı yazıları toparlayarak çıkardığını söylüyordu. New York’tan memleketine döndüğünde karşılaştıklarını blog’unda yaza yaza bir deneme/biyografi yazarı oluvermiş, fotoğraflı romanı sadece ismen ve şeklen de olsa Sebald ile birlikte anılmaya kadar götürmüş onu. Mesleğinin yazarlık olması belki bu örneği farklılaştırıyordur. Birden beliren büyük ihtimalle yanlış düşünce: yurdu kayanlar daha çok blog tutuyor.

Crary, sorumluluğun ve ötekinin terk edilmesi olarak görüyor blog’u. Katılıyorum, özellikle de apolitik bir eylem olmasına. Sadece, bu ret içinde başka tür bir sorumluluğa ve ötekiyle karşılaşmaya imkân veren olasılıklar barındığını da düşlüyorum. Henüz her şeyimizle kontrol altına alınamadık, iyi ya da kötü bir şeyler denemeye alanımız var. Belki de yok, her şey buraya kadar.

1990’larda neoliberalizmin doğuşuna eşlik eden denetim biçimleri, öznel etkileri ile ortak ve kolektif olarak desteklenen ilişkileri yok etmeleri bakımından daha işgalcidir.  7/24 beklemesiz bir zaman, talep üzerine bir ânındalık, başkalarının mevcudiyetinden yalıtılma yanılsaması sunar. Yakınlığın beraberinde getirdiği, başka insanlara karşı sorumluluk, kişinin günlük rutinleri temaslarının elektronik olarak yönetilmesiyle kolaylıkla atlanabilir artık. Belki daha da önemlisi, 7/24 doğrudan demokrasinin her biçimi için elzem olan birey sabrı ve saygısını köreltmiştir: başkalarını dinleme sabrını, konuşmak için sıranın sana gelmesini bekleme sabrını. Blog fenomeni, başka birini bekleyip dinlemenin gerekli olması ihtimalinin ortadan kalktığı tek yönlü olarak olarak kendi kendine çene çalma modelinin -daha nicesi olan- zaferlerinden biridir. Dolayısıyla blog tutmak, ne gibi niyetlerle olursa olsun, “siyasetin sonu”nu ilan eden daha pek çok şeyden biridir.

Jonathan Crary, 7/24: Geç Kapitalizm ve Uykuların Sonu, çev. Nedim Çatlı, Metis Yayınları, 2015 [2013], s. 121.

Bifo, Panik Şehri

Bifo’nun baştaki “panik” vurgusu aslında o kadar da özgün ve yeni değil. Pasajın ilerisinde kendisinin de andığı gibi anksiyetenin eş anlamlısı gibi kullanıyor fakat genelde ajitatif bir tarzla yazdığı için panik kavramından da bir kroşe çıkarmak istiyor. Bu kitabın farklı fikirlerinden ziyade eleştirel ve politik enerjisi beni etkilemişti. Kentteki panik aklımda kalmış, bugünlerde bir geri dönüp okumak iyi olur dedim. Kuşatıcı ve dolayımlanmış ticari iletişimden korku ve gözetlemeye yol alırken bir sarsılma yaratıyor. O kente Ursula Huws’un bakışı da aklıma geldi. İngilizce çevirisi açık erişim, çevirmenleri arasında Terranova da var. 

Panik Şehri

Kentsel alan giderek diyasporik, heterojen ve yersizyurtsuzlaşmış imgesellerin akıntıları tarafından kat edilmektedir. Panik, kentsel psişik boyut haline gelmekte. Çok güçlü ve çok hızlı bir uyarıma maruz kalan duyarlı bir organizmanın tepkisidir bu. Duygusal ve iletişimsel olarak işlenmek için fazla sık ve yoğun uyarımların zorladığı bir organizmanın tepkisi.

Nedir panik? Psikiyatristlerin yeni bir rahatsızlık keşfettikleri söyleniyor: “Panik Sendromu.” Belli ki bu, insanın kendine dair psikolojik algısında hayli yeni bir şey. Tamam ama “panik” ne demek? Panik eskiden hoş bir kelimeydi. İsviçreli-Amerikan psikanalist James Hillman, Pan üzerine kitabında kelimeyi tam da bu anlamıyla hatırlatıyordu. Pan, doğanın ve bütünlüğün tanrısıydı. Yunan mitolojisinde Pan insanla doğa arasındaki ilişkinin sembolüydü. Doğa, bizleri saran gerçekliğin, şeylerin ve enformasyonun karşı konulmaz akışıdır. Modern kültür, doğanın evcilleştirilmesi ile aynı anlama gelen insan hâkimiyeti fikrine dayanır. Öyleyse kökensel panik hissi (antik dünya için iyi bir şeyken) gitgide daha korkutucu ve yıkıcı bir hal almaktadır. Bugün panik bir tür psikopatoloji haline gelmiştir. Bireysel yahut toplumsa bir bilinçli organizmanın, içinde bulunduğu süreçlerin hızı karşısında şaşkına döndüğünü ve bu enformasyon girdisini, organizmanın kendisi tarafından üretilmiş olsa bile, işleyemediğini gördüğümüzde panikten bahsediyoruz.

Teknolojik dönüşümler, odağı maddi ürünlerin üretiminden göstergesel ürünlerin alanına kaydırdı. Böylece gösterge-sermaye ekonominin hâkim biçimi haline geldi. Artı değerin ivmelenen yaratımı, enfosferin ivmelenmesine bağlıdır. Enfosferin dijitalleşmesi bu ivmelenmeyi mümkün kılar. Göstergeler gittikçe artan hızlarda üretilir ve dolaşıma girmektedir, ama sistemin insan bağlantısı (vücut bulmuş zihin) artan bir baskıya maruz kalır ve bu baskı altında sonunda çatlar. Öyle sanıyorum ki mevcut ekonomik kriz, gösterge-üretimi ile gösterge-talebi alanındaki bu dengesizlikle ilgili. Göstergesel ürün arzı ile toplumsal olarak mevcut dikkat zamanı arasındaki ilişkideki bu dengesizlik, ekonomik krizin olduğu kadar içinden geçmekte olduğumuz entelektüel ve politik krizlerin de çekirdeğini oluşturmaktadır.

Gösterge-sermaye bir aşırı üretim krizi içindedir, fakat bu krizin biçimi sadece ekonomik değil, aynı zamanda psikopatiktir. Gösterge-sermaye aslında maddi ürünlerin üretimi değil, psişik uyarım üretimiyle ilgilidir. Zihinsel ortam, bitmek bilmez bir uyarım, sürekli bir elektrik çarpması etkisi yaratan göstergelerle doyurulmuş haldedir ve bu durum hem bireysel hem de kolektif zihni bir çöküşe sürüklemektedir.

Panik sorunu genelde zaman yönetimiyle ilişkilendirilir. Ama paniğin uzamsal bir veçhesi de vardır. Geçen yüzyıllarda modern kentsel çevrenin inşası, politik kentin rasyonalist bir planlanmasına bağlı idi. Son yirmi otuz yılın ekonomik diktatörlüğü, kentsel gelişmeyi ivmelendirdi. Siberuzamın yayılımı ile kentin fiziksel ortamı arasındaki etkileşim, kentsel uzamın rasyonel örgütlenmesini tahrip etti.

Enformasyon ile kentsel uzamın kesişiminde, kural ve plan tanımayan, sadece ekonomik kazancın mantığı tarafından yönetilen kaotik bir yayılımın çoğalışına tanık oluyoruz. Kentsel paniğin nedeni, bu yayılım ve metropoliten deneyimin bu çoğalışıdır. Uzamsal kaçış çizgilerinin çoğalması. Metropol yeryurt alanındaki bir karmaşıklığın bir yüzeyidir. Toplumsal organizma, metropoliten kaosun bu fazlasıyla karmaşık deneyimini işleme yetisine sahip değildir. İletişim hatlarının çoğalması da yeni bir tür kaotik algı yaratmıştır.

2001 yazında Salman Rushdie’nin Öfke adlı romanı yayınlandı. Kapaktaki fotoğrafta Empire State binasına yıldırım düşüyordu. Kitabın yayımlanışının hemen ardından, kapak korkutucu bir önsezi gibi göründü. Ama bu önsezi sadece kapakla ilgili değildi, zira roman Batı metropolünün psişik çöküşünü tarif ediyor, daha doğrusu çağrıştırıyordu. Rushdie, gösterge üreticisi bir toplumsal sınıf olduğu kadar aynı yok oluş ve varoluşsal kırılganlık koşulu altında yaşayanların oluşturduğu bir sınıf olarak, sanal sınıfın sinir sistemini tasvir ediyordu: hücreselleşmiş yongalar, birbirine bağlı terminallerin daimi ve soyut yeniden birleşimi içindeki parçalar. Sürekli bir elektrik çarpmasıyla geçen on yıldan, ekonomik yatırım on yılına duyulan arzudan sonra, birikmekte olan bu psikopatik titreşimi hissedebilirsiniz. Anksiyetenin büyüdüğünü, kentsel libidinal ekonominin çıldırdığını hissedebiliyorsunuz.

Milyonlarca cep telefonu birbirini arayıp duruyor, lipit enerjiyi seferber ederek, teması erteleyerek, orgazmın hazzını şehrin bir yanından ötekine, baskılanmış bir kentsel zamandan diğerine taşıyarak.

Rushdie’nin romanında olaylar temelde Manhattan gökdelenlerinin tepesinde geçer. Binaların tepelerinde dolanan korkunç kara kuşlar bir sonraki çöküşü haber verir.

Mike Davis, toplumsal uzam üzerinde yıkıcı etkileri bulunan korku, güvenlik ve özelleştirme mitolojilerini yeniden inşa ederek, City of Quartz‘da (1990) Los Angeles’ın, Dead Cities‘de ise (2003) New York’un kentsel toprak algısını haritalandırır. Davis’e göre: “Günümüz mimarisinin yeni askeri dizimi, şiddeti ima eder ve imgesel tehditleri bertaraf eder. Bugünün sahte kamusal alanları, büyük alışveriş merkezleri ve yönetim merkezleri, kültürel akropoller ve benzerleri, alt sınıfları uzakta tutacak bir dizi görünmez gösterge barındırır” (Davis 1990: 226).

11 Eylül’den sonra güvenlik paranoyası imgelemde, yüksek teknoloji ürünlerinin üretiminde ve kentsel tasarımda ana eğilim haline gelmiştir. Davis, şöyle der:

'Korku ekonomisi topyekûn kıtlığın ortasında büyüyor... Düşük ücretli güvenlik görevlileri on yıl içinde yüzde elli büyüyecek ve yüz tanıma yazılımının beslediği video gözetim sistemleri, gündelik rutinde mahremiyet namına ne kaldıysa onu da yakalayacak. Havaalanlarındaki güvenlik rejimi, alışveriş merkezlerinde, spor müsabakalarında ve başka yerlerde kentli kitlelerin idaresi için model teşkil edecek... Başka bir deyişle güvenlik su, elektrik ve telekomünikasyon gibi tamamen gelişmiş bir kentsel hizmet haline gelecek.' (Davis 2003: 12-13)

Panik şehri, insanların birbirine yaklaşması için, kucaklaşmak için ve fısıldanan kelimelerin yavaşlığı ve hazzı için artık zamanın hiç olmadığı yerdir. Reklamcılık libidinal dikkati yüceltir ve uyarır, kişisel arası birebir ilişkiler karşılaşma vaatlerini çoğaltır, ama bu vaatler asla gerçekleşmez. Arzu anksiyeteye dönüşür ve zaman büzüşür.

Franco “Bifo” Berardi, Gelecekten Sonra, çev. Osman Şişman & Sinem Özer, Otonom Yayınları, 2014 [2011], s. 113-6.


Salman Rushdie – Fury (Öfke)

Biberyan, Beyoğlu’nda Yılbaşı

Karıncaların Günbatımı’nı okuyalı bir yıl kadar oldu, Biberyan’ın diğer romanlarına henüz devam etmedim ama Meteliksiz Aşıklar’ı yakınımda tutuyorum, okuyacağım, şiddeti sürerse de Yalnızlar’ı. Her şeye rağmen yine bir bahar geldi, yürüyüş yolları açıldı. Başka bir İstanbul yürüyüşü okuyunca iştahım kabardı, dün sabah biraz erken uyanınca geçmişten bir yürüyüş pasajı okuyayım dedim. Nedense ilk aklıma bu roman geldi. Hareket halindeyken mekanları sık sık adıyla anan sayfalar ve Aylak’ın rotalarıyla kesişmeler vardı.

Sayfaları karıştırınca önce Baret’in ablası Hilda’yı Kadıköy İskelesi’nde görüp takip etmeye başladığı bölüme rastladım (s. 138-41). Hilda’yı tek başına, süslenmiş bir şekilde dolaşırken görüp peşine düştüğü bölüm. Vapurla onun peşi sıra Karaköy’e yolculuk ediyor, oradan Tünel’e çıkıyordu Baret. Hilda Taksim’e kadar çıkıp tekrardan aşağıya Galatasaray’a dönüyor, Degüstasyon’un önünde biraz düşünüp sonra lüks bir mekâna, Hatay’a oturuyordu. Şaşırmış, ablasının o çevrede tanındığını fark etmişti Baret. Hilda’yı uzaktan gözledi, bekledi, sonra tekrardan peşine takılıp Kadıköy vapuruyla eve döndü. Biraz dolaşıp eve girdi. Evde, hiçbir şey olmamış gibi karşılıyordu ablası Baret’i.

Edebiyatta ve sinemada kadınların peşinde şehrin sokaklarında dolaşan bekar erkeklere aşinayız, aynı erkeklerin ablalarının peşinde bu soğukkanlılıkla dolaşmasınaysa o kadar değil. Yeşilçam’da klişe bir aile içi şiddet sahnesiyle bitebilecek bu plan, evde sürekli sözünü saklayan, bekleyen, bunalan Hilda’nın kendine ait bir iç ve dış dünyası olduğuna ve bunu biz okurların pek kolay keşfedemeyeceğine dair imalarla yükleniyordu.

Bu bölümü okuduktan sonra kitabı karıştırınca başka bir pasajda takıldım. Araya giren diğer karşılaşmalar var mıydı hatırlamıyorum ama yine Hilda’ya, ya da onun hayaletine rastladı Baret, bir başka yürüyüşte. Yılbaşında ne yapacağını bilmeden dolaşıyordu bu sefer. İş çıkışı Beyoğlu’na karışmayı en çok sevdiğim aktarma noktalarından Halıcıoğlu ile başlayıp Tünel’den Balıkpazarı’na vardığı; kalabalıkları, karıncaları, savaşsız yılbaşı günü, şıklığa kini ve yorgunluğu ile Baret, titriyor, orada henüz kış.

Halıcıoğlu’nun karanlığından sonra, Karaköy gözlerini kamaştırdı. O zaman yılbaşı olduğunu hatırladı. Yıllardır İstanbul’da yılbaşı geçirmemişti.

Haliç İskelesi’nden Tünel’e, köprüden, kalabalığın arasında itiş kakış yürüyerek geçti. Yabancı gözlerle Cenyo’yu, Tokatlı’yı, Cumhuriyet’in Noel babalarını, Bonmarşe’yi seyretti. Tünel de, Tünel’deki ahali de değişikti bugün bu saatte. Aylardan beri, saat sekiz-dokuzan sonraki Tünel’e alışmıştı. On iki-on sekiz yaşları arasındaki küçücük işçi çocuklar, Perşembe Pazarı’nın güneş görmeyen nemli atölyelerinden çıkmış, üstleri başları metal tozlarıyla kirlenmiş, kir pas içinde, yorgun argın, bu saatten sonra evlerine dönüyor oluyorlardı. Hepsinin elinde, yağlı gazete kâğıdına sarılı sefertasları olurdu.

Bugün bu saatte, üstü başı düzgün insanlar çıkıyordu Tünel’e. Eskiden ailece Pera’ya çıktıklarında görmeye alışık olduğu türden insanlar. Hepsinin elinde güzelce sarılıp bağlanmış paketler, kutular vardı. İstanbul savaşsız ilk yılbaşını yaşıyordu. Bunun hatırlanacak bir gün olduğunu fark etti, ama hiçbir coşku duymadı. Kendisine hep en tatlı heyecanları armağan etmiş olan yılbaşına karşı soğuk bir ilgisizlik duydu içinde. Tüm bu kalabalıklara, bu dükkânlara, ışıklara, paketlere, parıltılı ağaçlara, görsel eğlencelere, bu hayhuya karşı, bu şık bayanlara ve baylara karşı, yüreğinin derinliklerinde bir kin duydu. Bütün insanları çocuklaşmış, çılgınlaşmış gördü. Onların acelesini, bir şeyler yapma, bir şeyler becerme, bir yerlere yetişme telaşını, dükkânlara girip çıkmalarını, pazarlık etmelerini, satın almalarını, tebrikleşmelerini, yapmacık gülüşlerini küçümsemeyle, neredeyse kızgınlıkla izledi. Çocukken, sayısız karıncanın bir tepecikten diğerine, bir delikten ötekine hummalı koşuşturmasını hayretle seyrettiği gibi, yüksek tepeden baktı caddeye. Karıncalar, karıncalar…

Sinsi sinsi güldü kendine. Lula belki de hediyesini bekliyordu. Hiçbir şey almayacaktı. Hiç kimseye hiçbir şey almayacaktı. Hatta çok parası olsa bile almayacaktı.

Galatasaray’a varmak üzereydi. Ayakları ıslanmıştı, yağmur yağıyordu. Hafif, inatçı bir yağmur. Kendisine de bir şey almayacaktı. Zaten alamazdı. Ayakkabısı delindiğinden beri, aldığı parayla iyi kötü karnını doyurduktan ve kirayı ödedikten sonra, başka bir şey yapamayacağını anlamıştı. Hatta alabilse bile bugün ayakkabı almayacaktı. Hiçbir şey almayacaktı. Hemen gidip yatmak, uyumak istiyordu. Uykusuzluğun ve hazımsızlığın sıkıntılarını sabaha karşı kusmak üzere, herkesin yiyip içtiği, oynadığı, unuttuğu, unutmak istediği, bütün evlerin ışıl ışıl olduğu şehrin merkezinde bir adacık gibi karanlık, soğuk odasında uyumuş olduğunu hayal etti ve bir hoşluk kapladı içini. Kim bilir, tabii Lula da en yeni elbisesini giymiş, evi düzeltmiş, topluca oynanan bu oyuna katılmaya kalkmıştı şimdi. Belki de onu bekliyordu. Belki de onu kendi odalarına davet edecekti, ama o reddedecekti. Alay ederek, “Ne çocuksun Lula!” diyecekti.

Birden Hilda’yı fark etti. Tesadüfen mi gözü kaymıştı oraya? Her neyse, içerideki sıcağın etkisiyle, Hatay’ın buğulanmış camından Hilda’yla göz göze gelir gibi olunca yer yarıldı adeta. Öylesine apar topar kaçtı ki, kendisini gerçekten görmüş olup olmadığını doğrulayamadı. Hilda’nın, arkasından koştuğundan emindi. Kendini Balıkpazarı’ndan içeri attı. Islak kaldırımları seyyar satıcılar kaplamıştı. Kalabalıktan, koşmak mümkün değildi. Arkasına bakmadan insanların içine karıştı.

Girecek bir delik aradı. Yerrortutyun Kilisesi’nin karanlık kapısı kurtarıcı oldu. Işıkların, hayatın orta yerinde, uykudan esneyen o zindandan içeri süzülüverdi.

Girişte, mumların bulunduğu odada, hüzünlü bir görevli vardı.

Avlunun en karanlık köşesine gidip duvara yaslandı. Kalp atışları gittikçe yavaşladı ve üşümeye başladı. “Gördüğüm kadın gerçekten Hilda mıydı?” diye düşündü. Şimdi emin değildi. Buğulu camlar o kadar bulanıktı ki. Hilda’yı ilk gördüğü günkü gibi, yine aynı yerde, çay masasının önünde görmüştü, ama bugün oturan Hilda mıydı?

Sakinleşip gerçek dünyaya döndü. Kafası yeniden çalışmaya başlamıştı. Karşısındaki bulanık kütle, kilise binasının ta kendisiydi. Camlardan mum ışığı yansıyordu. İçeride, orta yerde, etrafına yanan mumlar dizilmiş bir kütle var gibi geldi ona. Bir ilahi duymak için kulak kabarttı. Kalbi küt küt atıyordu. Kapıya yaklaşıp camdan içeri bakmayı, hayal ettiği şeyi doğrulamayı düşündü… Birden geri dönüp kendini dışarı, Balıkpazarı’nın ışığına, patırtısına ve çamuruna attı. Nefes aldı. Midesinde keskin ve sinsi bir ağrı dolaşıyordu. Evi, Lula’yı, yatmayı unutmuştu. Yatmak istemiyordu. Yalnız kalmak istemiyordu. Tarlabaşı’na inip Haybeden’e gitti. Soğuktan titriyordu.

Zaven Biberyan, Karıncaların Günbatımı, çev. Sirvart Malhasyan, Aras Yayınları, 2019 [tefrika 1970, roman 1984], s. 288-91.