Gürbilek, 1980’lerde Baskı, Özgürleşme ve Taşra Üzerine

“1980’leri önceki baskı dönemlerinden ayıran, bu baskının karşıtıyla birlikte, kültürel alanda bir özgürlük vaadiyle birlikte varolmasıydı.Bu dönemi yalnızca baskı kavramıyla anlamaya çalışmanın zorluğu da burada: 80’ler bir yandan bu toplumda yaşanmış en sert baskı dönemiydi, devlet şiddetinin kendisini en çıplak biçimde hissettirdiği dönemdi, ama bir yandan da bir kültürel çoğullaşmayı, bugüne kadar bütünsel ideolojiler için­de hapis kalmış kültürel kimliklerin serbest kalmasını da bera­berinde getirdi. Daha önce ancak siyasi tasarılar içinde varolabilen, bu taşanların diline tabi olan kültürel talepler, kendileri­ni ifade imkânını ancak 80’lerde bulabildiler. Gelişim dina­mikleri ne kadar farklı olursa olsun, Kürtlerin, kadınların, eşcinsellerin kendi söylemlerini oluşturmaları, kamuoyunda kendi adlarıyla varolmalan, kendi popüler dillerini aramaları ancak bu dönemde mümkün olabildi. Sokağın ayrı bir dili var­sa eğer, bu kendisini en çok 80’lerde hissettirdi.

Bu değişimin nedeni ilk bakışta sosyalist hareketin eski meşruluğunu, bir zamanlar harekete geçirebildiği enerjileri kendi bünyesinde tutma gücünü yitirmesinde aranabilir. Siya­setin eski gücünü yitirmesi elbette direnişin kültürel alanlara kaymasında, eskiden aynı siyasi yapı içinde bir araya gelen, kendilerini ortak bir siyasi dil aracılığıyla ifade eden farklı ke­simlerin kendi bağımsız kimliklerini aramalarında etkili ol­muştur. Ama sözünü ettiğimiz kültürel çoğullaşma ya da par­çalanmayı bir siyasi öncünün yokluğuyla açıklamaktansa, bu iki değişimi birden koşullandıran kültürel değişimi çözümlemek, burada “1980’ler” olarak adlandırdığımız yapısal deği­şim üzerine daha kapsamlı bir açıklama sağlayabilir.

Kültürel çoğullaşma ya da kültürün parçalanması denebilecek bir değişim, 80’lerin ikinci yarısından itibaren kendini birçok alanda birden hissettirdi. Bu bir bakıma bir “aşağı kültür” patlaması olarak da tarif edilebilir. Her ne kadar 60’lardan bu ya­na Türkiye’de bir kitle kültürünün oluşumundan söz edilebilir­se de, her ne kadar bugün arabesk olarak adlandırılan müziğin kökleri 70’lerdeyse de, bunu bir patlama olarak nitelendirme­mize neden olan değişim 80’lerde yaşandı. Üstelik bu, şehre göçün esas ivme kazandığı bir dönemde değil, bunun hızının görece azaldığı bir dönemde gerçekleşti. Bu bir bakıma kala­balıkların kültürel kimliklerini siyaset dolayımı olmaksızın, daha dolaysız diyebileceğimiz yollardan ortaya koymaya başlamasına, ya da ortak bir siyasi dil tarafından biçimlendirilme­miş bir kültürel kimlik arayışına denk düşüyor. Elbette sözkonusu dolaysızlığın, “kültür endüstrisi” olarak tanımlanabilecek bir mekanizmaya eklemlenen, kışkırtılmış bir yönü var. Ama burada esas vurgulanması gereken, 80’lere damgasını vuran patlamanın, bu toplumun bugüne kadar inşa ettiği modern kimliğe yönelik bir tepkiyi, doğrudan, çıplak bir tepkiyi içeriyor olması.

Bu patlamayı yalnızca bir kitle kültürü olarak da tarif et­memek gerekiyor. Çünkü 80’lerin kültürel iklimini belirleyen yalnızca kitle kültürü değildi. Daha çok “taşra” olarak adlandırılabilecek bir yaşantının, bugüne kadar modern kültürel kim­likler içinde ancak bastırılarak varolabilmiş, kendini onlara tabi kılmış yaşantıların geri dönüşüydü. Bunun birçok düzeyin­den söz edilebilir: Örneğin, edebiyatın ana akımının dışından gelen, kendisini bir yazar olarak değil de bastırılmış bir yaşan­tının sözcüsü olarak görmeyi tercih eden Latife Tekin’in ya da Metin Kaçan’ın popülerliğini yalnızca edebiyat içi bir yenilik­le açıklamak mümkün mü? Ya da 80’lerde, gene edebiyatın ana akımı dışında bir “hapishane edebiyatı”nın ortaya çıkma­sında, ne edebiyatın ne de siyasi dilin içeremediği bir mahru­miyetin kendi adına konuşma isteğini görmemek mümkün mü? 80’lerde basının azınlıklara -Çerkeslere, Çingenelere, Alevilere- gösterdiği ilgi yalnızca basının yeni, keşfedilme­miş alanlar arayışına bağlanabilir mi? Ya da İbrahim Tatlıses’in sesi, örneğin Orhan Gencebay’da olmayan neyi içeriyor­du ki, kendisini 80’lerin sesi kılabildi?

Burada “taşra” kavramıyla yalnızca büyük şehrin dışını değil, bu toplumun modern olabilmek için bugüne kadar dışa­rıda bırakmak zorunda kaldığı her şeyi kastediyorum. Sanırım 80’lerin ayırt edici yanı da burada: 80’ler bu dışlanmış, bastırıl­mış, modem kültürel kodların dışına itilmiş, orada ancak bir yokluk, bir eksiklik olarak varolan taşraya yönelik bir özgür­lük vaadini temsil ediyordu. Ona, Kemalizmin bu topluma biçtiği modem kültürel kimliğin baskısından kurtulma umudunu vaat etti. Taşraya kendi kimliğini koruyarak da büyük şehir ha­yatına eklemlenebileceği, piyasada ona da bir yer olabileceği umudunu verdi. Ona büyük şehrin imkânlarıyla yazının, ya­yın dünyasının, kaset piyasasının; yalnızca sazın değil synthesizer’ın, yalnızca mahallenin değil kamunun da imkânlarıyla buluşma fırsatını tanıdı. Kısacası büyük şehrin ve modern kül­türün imkânlarını kullanma, yıllarca modernlik baskısı altında bastırmak zorunda olduğu kültürel açlığını nihayet giderme, kendi simgesel dilini piyasada dolaşıma sokma, parayla buluş­ma fırsatını verdi. Sanırım işin bu yönünü kaydetmediğimiz­de, 80’lerde yaşanan kültürel değişimin sahici nedenlerini yok saymak, 80’leri yalnızca bir kışkırtmadan, yalnızca bir endüst­riden ibaret görmek durumunda kalacağız. Oysa bir kışkırtmadan söz ettiğimiz her yerde aynı zamanda bastırılmış bir arzu­dan, bir dışlanmışlıktan, bir eksiklikten, bir mahrumiyetten de söz etmemiz gerekiyor. Bugüne kadar kültür denen imkânlar dünyasından mahrum kalmış yaşantılar seçkin bir dile tabi ol­madan bir kültürel kimlik arayışına girdilerse; bugüne kadar siyasi tasanlar içinde içerilmiş, onun imkânlanndan yararlan­mış, ama aynı zamanda onun diline tabi kılınmış enerjiler kül­türel alanda kendi başlarına hak iddia edebildilerse, bunu ancak 80’lerin mümkün kıldığı bir vaatle açıklamak gerekiyor. Çünkü bu bir bakıma, kalabalıklarla kültür sahipleri arasında­ki işbölümünün bozulması, gündelik hayatın onu aşmaya çalı­şan ütopik dile karşı isyanı, gündelik hayatın kendisinin kültürelleşme talebiydi. Kemalizmin modernleşme tasarısının hiç­bir zaman içermediği bir talep: Bütün baskı ve şiddetine rağ­men, 80’lerin bir özgürlük vaadiyle birlikte varolmasının, bu­güne kadar bastırılmış enerjileri harekete geçirmiş olmasının nedenlerini burada aramak gerekiyor.”

Nurdan Gürbilek, Vitrinde Yaşamak: 1980’lerin Kültürel İklimi, Metis Yayınları, 2001 [1992], 3. basım, s. 102-5.

Gürbilek, Taşra ve İsteğin Krizi Üzerine

“Ben de vaatten söz ederek başlamıştım bu kitaba. Piyasanın taşraya doğru genişlediği, taşranın kültürel alanda yükseldiği yıllardan söz ediyordum. Kırda olsun şehirde olsun üvey evlat muamelesi görmüş, taşradan ibaret bırakılmış her şeyin sonunda piyasanın imkânlarıyla buluşmasının; uzun yıllar bastırılmak zorunda kalınan bir iştahın, yabancı topraklarda kendine güvenmeyi öğrenmiş bir sesin şarkısı olarak yorumlamayı denemiştim “Ben de İsterem”i. Taşrayla imkânlar dünyası arasında sanki mutlu sonla biten bahtiyar bir ilişki kurulmuş gibiydi. Çok değil, dört beş yıl önce millet bu şarkıyla kendinden geçerken, bu toplumun kısa bir süre içinde nasıl da bir arzu toplumuna dönüştüğünün kanıtları vardı sanki her yerde.

Bugünse aynı şarkının, yakın zamana kadar pek görünmeyen karanlık tarafını yaşıyoruz daha çok. Gazetelerde ya da televizyon ekranlarında, sonunda tutunmayı başarmış iştahlı taşralıların, şehirli kızları tavlamayı başarmış arzulu delikanlıların, kıyıda kalmış içeriklerin merkeze ilerleyebileceğini gösteren pozlarından çok, istek mekânlarının önünde hevesi kursağında birikmiş kara kalabalığın, şehri şehir olmaktan çıkaran öfkeli taşralıların; arzının hasete, iştahın hınca, isteğin suça dönüştüğü anın fotoğrafları var. Ama bildik bir işbölümü de var burada: Kendi iştahını taşranınkine eklemekte, oradan neredeyse milli bir arzu çıkarmakta gecikmemişti şehirli, ama sıra aynı duygunun arka yüzüne gelince, onu şehre sızmış öfkeli taşralının karanlık tabiatına, memleketi çaktırmadan ele geçirmiş bu kara yabancının giderilmez hasetine devrediyor. Kısa bir süre önce iştahına ortak olduğu taşrayı şimdi yalnızca mekânsal olarak değil, zamansal olarak da olduğundan geriye itip ondan tümüyle yabancı, uğursuz, tehlikeli derin taşra yaratacağı açık.

Türkiye’nin, bir toplumun tarihi açısından çok kısa sayılabilecek bir süre içinde hızla bir mal, imge, istek akışına sahne olduğu doğru. Bütün bu sürecin ortada imkândan çok istek biriktirdiği de doğru. Evet, başkasının imkânlılığına duyduğumuz kızgınlıktır haset. Ama her geçen gün daha da fazlasına maruz kaldığımız vahşi taşralı görüntülerinin bize söylediği gibi yalnızca yalnızca yokluktan değil vaatten, iktidarsız bir nefret kadar bir kudret vaadinden, acz kadar kışkırtılmışlıktan da yapılmıştır. Bugün ortada bir haset fazlası olduğundan söz ediliyorsa eğer, bunun nedenini taşranın karanlık tabiatında, eksik doğasında, doğası gereği giderilemez olan bu yetersizlikte değil; zaten her zaman her yerde kendine bir yaratarak var olan, kendi imkânlarını ancak başkasınınkileri sönük, bayağı ve güdük kılarak var eden, kırda olsun şehirde olsun hepimizin en yetersiz tarafına seslenen, geniş toprakları olduğu kadar tek tek insanları da bir anda çorak bir taşradan ibaret bırakan, nihayet girdiği her krizden daha da derin bir taşra yaratarak çıkan kapitalizmin kendi doğasında aramak gerekir.

Kudretsiz babalar, mağdur ama gururlu yetimler, yabancı ideallere kapılmış züppeler, acıların çocukları, nihayet kötü çocuklarla ilgili bu kitabın bu son yazısında bütün bu figürlerin yanında, her geçen gün biraz daha daralan imkânlar dünyasında bu kez hüsranın, isteyip de alamamanın göstergesi olabilecek yeni bir kötü çocuğa, yetersizlik duygusu kadar kapılmışlıktan da yapılmış bir hasetoğlana yer açmak gerektiği doğru. İç dünya denen yerin biraz da bunlardan yapıldığı doğru. Ama aynı pazarın bir zamanlar iyi yürekliliğinden ve gururundan söz ettiği, şehri arındıracak erdemlerin taşıyıcısı olduğuna inandığı, isteme kudretine özenip bağrına bastığı taşralıyı şimdi karanlığın, hasetin ve huncun simgesi olarak bir daha dışarıya (bu kez kaba saba ama çocuksu bir taşraya değil, arzusuyla bizim de iştahımızı kabartan istekli bir taşraya da değil, bu kez vahşi ve tehlikeli bir derin taşraya) itmesinin nedenleri üzerinde de düşünmek gerekir. İsteğin neden hep cömertçe dağıtıldığı, imkânınsa neden hep bir yerde toplandığından, yani yalnızca hasetten değil, aynı zamanda epeydir sözlüklerden çıkardığımız haksızlık ve adaletsizlikten de söz etmek gerekir. “Haset toplumu” gibi bir laf en çok da bunu görmemizi engellediği; karanlık duyguları hep öte tarafa, uzaktaki yabancının karanlık tabiatına yükleyip içinde yaşadığımız kültürün karanlıkltan beslenen tabiatını akladığı için yanlış bence.

En iyisi biz uzaktan değil, yakından; lanetli ötekinden değil, kendimizden; en yakınımızdaki taşradan, kendi taşralaştırılmış yanlarımızdan yola çıkalım. Karanlık günler yaşıyoruz yaşamasına, ama baktığımız her yerde hep karanlığı, hep kötüyü görme isteğimizde yalnızca karanlığa bakma cesareti değil, aynı zamanda başka hiçbir şeyden o kadar zevk alamıyor olduğumuz gerçeği de var. Işığını bizden esirgemiş bir dünyada yalnızca kötü şeyleri görme isteği. Şimdi düşünüyorum da bana bu toplumun giderilmez defosundan, iflah olmaz bir haset toplumu olduğumuzdan söz eden arkadaşım aslında pek de kederli görünmüyordu. Gazete küpürlerinden, orda burda çıkmış yazılardan, defolardan oluşturulmuş bir kötülük arşivi yaptığını anlatırken baktım, gözleri ışıl ışıl parlıyordu.”

Nurdan Gürbilek, Kötü Çocuk Türk, Metis Yayınları, 2012 [2001], 4. basım, s. 137-9.