Kerem Eksen’in Ölümden Uzak Bir Yer romanını okuduk kitap kulübümüzde. Ben kaçırmışım ilk iki romanını, onlar da ilgimi çekti bakınca, entelektüel romanları. Bu roman başlarda en sıradan ve gündelik haliyle çift ve aile yaşantısına küçük ironilerle bakışıyla beni heyecanlandırmıştı ama ilerledikçe olup bitenlere daha az merak duymaya başladım.
Merkezine aldığı mucize, ölüm ve belli bir kadere mahkumiyet (bir kerelik mucize) temalarını ne açıdan tartışmaya açtığını anlamadım. Baba oğul ilişkisi de tam işlenmemiş gibi geldi. Yine de roman kişileri – pek tanıyamadığım oğul hariç – tutarlı geldi, özellikle ebeveynler ve birkaç akraba. En güçlü olduğu yerler Sait ve Ömür’ün baş başa yaşadıkları anlardı.
Okurken dinlemeye başladığım söyleşisinde yazarın romanı nasıl kurduğu üzerine anlattıkları romandan neredeyse daha çok ilgimi çekti. Böyle çalışan ve zanaatinin detaylarını açık yüreklilikle paylaşan bir yazar birden beklenmedik bir roman yazabilir. Ben okurken buraya geçirmelik bir hatıra pasajı not almıştım. Baba oğul arasında asıl yüzleşmenin hemen öncesinde bir hapishane ziyareti. İstanbul’a varış, toplu taşıma ve metrobüs, büyük bir mesele ortada dururken hep önemsiz ayrıntılara kaçış, klişe satranç bahsi, Aksaray’da dolanış, geçmişe dönüşler ve sabah pişirilen sucuk anıları… Aynı zamanda bu pasajda romanın sonuna dair küçük bir ip ucu da varmış fakat okurken hiç düşünmemiştim, blog’a geçirirken fark ettim, bu da stenografinin keyfi.
ıqıƃ şnɯɹoʎnɹnʞ ʞɐznʇ ɹıq ıʞןǝq ɐp ɐʎ şnɯɹoʎiןʞɐs iɹɐןɹis ɯiʞɐʇɹıq ığıʇʇǝɟşǝʞ ıuǝʎ
“Bir perşembe öğleden sonra otobüsle Esenler Otogarı’na geldiğinde İstanbul’daki karmaşanın artarak devam ettiğini görüyor, daha iki yıl bunu çekecek olmak büyük işkence. Metris’e gitmek başlı başına bir mesele: Önce yanlış duraktan yanlış otobüse binip kendini alakasız bir mahallede buluyor, oradaki birtakım gençler kestirme olur diyerek bir minibüse bindiriyorlar onu, bu kez de ineceği durağı kaçırıyor, uzak bir yerde inip metrobüse biniyor. Beşe çeyrek kala güç bela cezaevine vardığında kapıdaki görevliye uzun uzun yalvarması gerekiyor, ardından güvenlik amirine, ardından nöbetçi müdüre… Neyse ki müdür razı geliyor sonunda, eh, madem o kadar yolu geldin, bir beş dakika gör oğlunu.
Görüşme salonunda paspas yapan bir hademe dışında kimse yok. Bu güzel işte, diyor Sait, oğluyla sakince oturabilecekler, belki yıllardır yapamadıkları konuşmayı şimdi, bir on dakikada yapıverecekler. En arkadaki masaya ilişip bekliyor, oğlu yanında bir gardiyanla kapıda belirince ayağa fırlıyor, gidip sarılıyor. Yusuf pek coşkulu sayılmaz, gene de kollarıyla babasını belli belirsiz kavrıyor – geçmiş olsun baba. Geçip karşılıklı oturuyorlar.
Yusuf’un tikleri iyiden iyiye artmış, birkaç saniyede bir gözlerini peş peşe hızlıca yumuyor, sonra gözkapaklarını eski haline getirmek istiyormuş gibi ardına kadar açıyor, bu gözlere bakmaktan ne konuştuklarını anlamıyor Sait. Gene de ara ara yüzünü belli belirsiz yoklayıp geçen bir aydınlık hali var, dikkatli bakınca o sımsıkı kapanıp açılan gözlerdeki eski parıltı fark ediliyor – eski mi?” Belki de yeni bir şey bu. Yusuf bir sürü önemsiz ayrıntıdan bahsediyor, bir tane Muşlu oğlan varmış, kaçakçılıktan içeride, Yusuf ona satranç öğretmiş, oğlan şimdi her gün yeniyormuş onu – zehir gibi gençler harcanıyor burada baba, görsen, halbuki bütün geri zekâlılar dışarda, otobüslerde minibüslerde oradan oraya sürünüyorlar, halbuki bak, pırlanta gibi çocuk çürüyüp gidiyor, astımı var bir de, af çıkmazsa yatarı dört sene. Sait içeride geçirdiği beş ayda Yusuf’un diline dolanmış olan bu mahpushane ağzını biraz gülünç buluyor aslında, fakat bir şey diyecek halde değil. Araya girip sormak istiyor, koğuş nasıl, soğuk mu, kalabalık mı, fakat Yusuf’u durdurmak zor, anlattıkça anlatıyor. Ne demişti Muzaffer abisi? Dinle. O da dinliyor işte, duymayı beklediği şeyler bunlar değildi ama olsun. Az sabır… Yusuf açığa nakil için başvuruda bulunmuş, biraz bundan söz açıyor, yakında geçersin diyorlarmış. İyi, diyor Sait, daha rahat görüşürüz o zaman.
Henüz dişe dokunur bir şey konuşamamışken gardiyan tepelerinde bitiveriyor, gülüyor Yusuf, geldin mi Mahmut çavuş, ne ara geldin be müdür, daha iki laf edemedik – bu samimi hava Sait’in hoşuna gidiyor, oğlunun rahatı yerinde demek. Haydi Yusuf, uzatma, diyor gardiyan, beş dakika dedik. Tekrar sarılıyorlar, bu kez oğlunun gövdesinde daha belirgin bir canlılık buluyor Sait, gene geleceğim ben, her hafta gelirim nasipse. İstediğinde gel, diyor Yusuf, benim vaktim bol – gülüyor. Muzaffer amcama selam söyle, onu da beklerim.
Sait çıkınca kendini puslu ve soğuk bir İstanbul akşamında buluyor, hava karardı kararacak. İçi bir tuhaf, ne konuştular belli değil, Yusuf aklına geleni anlattı – bunları dinlemek için mi geldim ben buraya? Neyse ki sonra tatlıya bağlandı sohbet, Yusuf istediğinde gelebileceğini söyledi. Şimdi mesele Çanakkale’ye dönmek. Önce kendini güçbela Aksaray’a giden bir otobüse atıyor, İstanbul’da bildiği tek yer orası. İndiğinde etraf tanıdık gelince biraz oyalanıyor. Ara sokaklarda dolaşırken birden oğlunun öğrenciliğinde kaldığı evin yakınlarında olduğunu anlıyor, buraya alışverişe gelmişti iki kez, sucuk filan alıp kahvaltıda pişirmişti. Şimdi bütün bunlar tarif edilemez derecede uzakta, tuhaf olan şu ki o zamanlar da başka şeyler uzaktaydı, Çanakkale’deki eski hayat, Ömür’le geçen günler, Manisa… Oğlunun İstanbul hayatını garipsemişti, daha yeni tanışmış gibi tuhaf bir mesafeden konuşuyorlardı nedense, evet, Yusuf ona neredeyse yapmacık bir özenle davranıyordu, yeni keşfettiği birtakım sırları saklıyormuş ya da belki bir tuzak kuruyormuş gibi. Yusuf’la ev arkadaşlarını örgüt üyesine benzetmişti Sait, birtakım gizli işler karıştırdıklarını düşünmüştü. Onu en çok da upuzun boylu, sıska bir oğlan tedirgin etmişti, yaşça diğerlerinden büyük, belli ki eczacılığı çoktan bitirmiş (ya da belki bırakmış), dükkânı mı varmış neymiş, parmaklarında yüzükler, kulaklarında dizi dizi küpe, ne yaptığı belli değil, her nedense çayı hep önüne geliyor. Bozuntuya vermeden birkaç gün boyunca bir köşede ses çıkarmadan, konuşulanlara akıl erdirmeye çalışarak oturdu Sait, her gece on biri geçirmeden yattı, sabah kalkıp sucuk pişirdi. Dördüncü günün sonunda alakasız bir konuda tatsızlık çıktı oğluyla, fazla uzatmadan ceketini alıp eve döndü.
Sanki başka işi yokmuş gibi o evi bulmak için ara sokaklarda dolaşıyor, sonunda pes edip anacaddeye [sic] çıkıyor.”
Kerem Eksen, Ölümden Uzak Bir Yer, Yapı Kredi Yayınları, 2022, s. 118-9.