Geçgin, Gece Üzerine

“Aylardır gecelerimi bu radyosuz, televizyonsuz, telefonsuz evde kanepeye uzanarak geçiriyordum. Eğer dışardaysam korkum daha trene biner binmez başlıyordu. Neredeyse boş gece treninde -elleri apışaralarında yorgun birkaç işçi, başı önüne düşen bir sarhoş, ileri geri gidip gelen, bir koltuktan kalkıp diğerine oturan evsiz bir ergen- deniz boyunca sahil yoluna yakınlaşıp uzaklaşarak takırtılarla ilerlerken ben geceyi düşünüp korkuyordum. Ama korkutucu gece yalnız gecede değildi, ışığın içinde de görüyordum onu, aydınlatan ışık aynı zamanda karartıyordu da. Kanepeye uzanıyor, bu çevresi geniş boş arazilerle kaplı birbirine benzer sitelerin çevresindeki katı sessizliği, demir gibi sert uğultulu ıssızlığı dinleyerek beyaz tavanı seyrediyordum.

İçeride hep aynı hava vardı, insanın üzerine abanmayı bekleyen tedirgin edici bir katılık. Nedense yalnızca tavan pürüzsüz, bembeyazdı, duvarların aksine üzerinde tek bir leke, karartı, bir gölge yoktu. Dışardaki havaysa değişip duruyordu. Güneş gider gitmez hava hızla soğuyordu. Bazen sert bir rüzgâr çıkıyor, çatıdaki kiremitleri, antenleri yerinden oynatıyor, balkonlardaki boş saksıları, kutuları, pencereleri zangırdatıp asılı çamaşırları, naylon poşetleri titretiyordu. Bir yerde bir şey, yerinden kurtulmuş bir sac gibi bir yere çarpıp duruyor, rüzgâra tutuldukça güçlü bir pat pat sesiyle havayı inletiyordu. Bazen birden bir sağanak başlıyor, kül rengi, bej, kirli bir siyah kütleyle kaplı gece göğünden kalın sicimler halinde iniyor, gecenin kara perdesini kirli sarımsı parıltılarla dalgalandırarak pervazları, camları, kiremitleri, olukları, duvarları, asfaltı, toprağı kamçılıyordu. Sonra birden başladığı gibi kesiliyordu. Yerini oluklardan, çatı kenarlarından, cadde kenarlarından akan, damlayan sakin, düzensiz seslere bırakıyordu. O zaman pencereyi açıyordum, bir serinlik sanki uzun süredir pencere önünde bekliyormuşçasına büyük bir plaj topu gibi içeriye yuvarlanıyordu.

İçerdeki tek değişiklik gece tam ikide çalan telefondu. Ama dediğim gibi burada telefon yok, çalan benim telefonum değil. Son bir aydır hep aynı saatte yakındaki bir evin telefonu çok uzun süre yanıtlanmadan çalıyor, beni uyandırıyordu. Alışmıştım, artık ben daha önce kalkıyor, sanki banaymış gibi çalacak telefonu bekliyordum.

Gecenin koyulaşmaya başladığı zamanda tavanda nem damlacıkları gibi asılı duran düşünceler de koyulaşmaya, kara, ince bir duman tabakası gibi belirginleşmeye başlıyordu. Kimin ya da neyin düşünceleriydi bunlar? Benden öncekinin mi? Orada duruyorlardı, koyu, kesif, yaşamakta, gitmemekte kararlı, inatçı kara düşünceler. Onlara bakıyor, izliyor, ama anlamıyordum, nereden gelmişlerdi, yoksa benim miydi bu düşünceler? Dumansı kıpırtıları içinde ağırdılar, öylece duruyorlardı. Belki benimdi, ama onları düşünenin ben olduğum kesin değildi. Ben öylece uzanmış onları seyrederken yalnızca ezilmemeye, dayanmaya çalışıyordum. İçlerinde ısrarcı bir düşünce vardı ki her gece inatla geliyor, hiç kaybolmamış gibi beliriyor, cisimsiz karanlık kütle içinde diğerlerinden fazla öne çıkıyordu. Burun direğime bastırırcasına tam üzerimde, gözümün önünde, düştü düşecek bir damla gibi asılı duruyordu. Ne olduğunu biliyor gibiydim onun, ama söyleyemiyor, dile getiremiyordum. Belki henüz dile getirmeye hazır değildim. Yalnış [sic] söylersem de o biçimde varolacağından korkuyordum, bir kez daha söyleyemeyeceğim için asla yakalanamamış olarak. Ama doğru bir biçimde de söylenebilir miydi, emin değildim. Belki henüz söylenemeyen, ya da belki hiç söylenemeyecek olandı. Yıllarca bir hazırlık gibi asıl ondan konuşabilmek için konuşulan ama yakınına dahi yanaşılamayan damlaydı. Asla söylenemeyen, itiraf edilemeyendi.

Gecenin bu en koyu anında zaman da donuyordu. Burada artık bir sonraki an yoktu. Zamanın art arta gelmesini, geçmesini sağlayan o içsel buyruk geçersizdi artık. Burada anlar tek bir anın içinde birbiri üzerine ekleniyordu, bir çamur birikintisi besler gibi. Ben de gizli gizli bir sonu bekliyor, onu arzuluyordum. Bir son, bu yarayı kesip atacak, başı gövdeden ayıran giyotin bıçağı keskinliğinde düşen kesin bir son. Bundan sonraki an, gelecek olan an, eğer gelecekse, gelmek için savaşmış, yokluğunun birikintisinden kendini çekip almayı başarmış, gelmeyi hak etmiş an olacaktı.”

Ayhan Geçgin, Gençlik Düşü, Metis Yayınları, 2013 [2006], 2. basım, s. 233-5.

Geçgin, Sokak İnsanı ve Sınır Üzerine

“O sıra az ötemde Şair denen herifi gördüm. Duvarın üstüne tünemiş, iki büklüm oturuyordu. Berbat görünüyordu. Yüzü dayak yemiş gibiydi -ama elbette yediği darbeler, yumruklar, tekmeler görünmez türdendi- çevresi kararmış, altları morarmış çapaklı gözleri neredeyse kapanmıştı, gülüyormuşçasına yanlara doğru gerilmiş, kasılmış ağzında diş yoktu, saçı sakalı kaskatı, üstü başı berbat durumdaydı, başı taşıyamıyormuş gibi öne doğru düşmüştü. Sokakta şu hayalet gibi dolaşan yarı deli evsizlerden farkı kalmamıştı, aylardır sokakta olmalıydı. Beni görür korkusuyla kaykılıp önümde oturan kişinin sırtına gizlendim. Gerçi bir şeyi görecek, görse bile fark edecek halde değildi. Artık bütünüyle rastlantıların eline kalmış gibiydi, biri sözgelimi onu oradan itekleyip kaldırmasa ölene kadar orada oturabilirdi. Benden bir farkı var mıydı gerçekte (doğrusu ona bakarken kendimi düşünüyordum) beni böyle bir durumdan koruyan ne vardı ki, evet, böyle olabilirdim bu hale düşmek bana çok uzak görünmüyordu. Korkutucuydu bu, ama engellemek olanaklı mıydı? Dikkatin yitimi? Nedir bu, aslında kişinin gücünü yitirmesi değil mi? Az sonra kalktı, kalabalığın içinde karnı geriye yapışmış, iki büklüm yürümeye başladı, o yürürken insanlar iki yana açılıyordu. Önümden geçip aşağıya yöneldi. Arkasından baktım. Pantolonunun kıç tarafı kocamak, koyu, belirgin bir lekeyle kaplıydı. Acaba diye düşündüm, altına mı etmeye başlamıştı? Belki, hem neden olmasın, belki sınır altını tutup tutmamayla birlikte çiziliyordu. Altına etmeye başlamakla insan yasadan, kurallardan, dilden, kısaca insan dünyasından (sözcüğü sözcüğüne bu dünyanın içine ederek) geçip belirsiz bir çıkışa doğru gidiyordu. Aşağılara doğru yürüdü, arkasından kapanan kalabalıkta kayboldu. Ben de kalkıp Erdal’a doğru yürümeye koyuldum. Yürürken hâlâ Şair’i düşünüyordum. Neden Şair diyorlardı bu adama, bilmiyordum, belki bir zamanlar şiir karalıyordu da ondan, gerçek adını da bilmiyordum, belki kendisi de kullanmıyordu artık, gereği kalmamıştı. Tek bildiğim buraya başka yerden okumak için geldiğiydi, ama ne okuyordu, ne zaman bırakmıştı bilmiyordum. Ben onu ilk gördüğümde de dilenci gibi dolaşıyordu. Demek şimdi de altına ediyordu! Evet, bir sınır vardı. Yalnızca tarih olaylarının değil her günkü içler acısı yaşamın sefaletiyle karşılaştığımız, savmaya çalıştığımız bir sınır olmalıydı. Kulağa ne kadar soyut gelse de bu sınıra insan‘dan başka bir sözcük bulamıyorum. Sanki geçilmemesi gereken bu sınır insanın kendisi olmuştu. Bir yerden sonra insan bitiyordu. Ruhu bedene bağlayan çapa kopuyordu. Ruh, ipini, gevşekçe tutan bir çocuğun gezdirdiği balon gibi bir karış yukarıda geziniyordu. Ruhunu kalktığı sırada unutmuştu sözgelimi, ya da belki dalgın, şaşkın, uyurgezer ruh gövdesini orada unutmuştu; ruh önden gidiyor, gövde ağır, uyuşmuş, unutulmuş, kurşun bir heykel gibi orada kalakalmış. Ya da belki kâh o, kâh öteki birbirlerini unutup ayrı ayrı eyliyorlardı, ama böyle ne kadar zaman yeniden bulabilirlerdi ki birbirlerini? Elbette bir gün bütün bütüne kaybolacak, ip kopacak, ruh yükselip gidecekti.”

Ayhan Geçgin, Gençlik Düşü, Metis Yayınları, 2013 [2006], 2. basım, s. 212-3.