Gürbüz, Durgunluk ve Keder Üzerine

“Babam gençliğinde ve öğrencilik yıllarında, kendi tabiri ile “Hayat onun içine damlarken”, bu damlayışta yine kendi tabiri ile “paslı bir tat” bulmuş. Bütün bunları nasıl bulmuş bilemiyorum. Babamın yaşına ben de geldim, gezdiği ülkeleri ben de gezdim ama onun gördüğünü ve baktığını ve o hep sözünü ettiği pas izini göremedim. Ve babamın bana bazen dediği uzay gemisi görmüş de kimseyi inandıramamış bir meczup gibi kendi gördüğü ile kendi sırlanmış hali bana muammalı bir tuhaflıktan öte gelemedi. Aramızdaki dağ da sanırım buydu. Rüzgâra, ota ve yağmura müthiş bir kederle bakardı, güneşe ve alacakaranlığa yine kederle bakardı, kar yağdığında ayrı bir keder, bahar geldiğinde canı yanmış gibi ayrı bir keder duyardı. Bütün bunlar vardı da o mu duyardı, öyle mi hissederdi bilemiyorum. Bir keresinde Çemberlitaş Sineması’nın bulunduğu pasajda bir muhallebicide otururken babam, canlı cansız, aslında hepsi canlı, her şeyin havada yüzdüğünü ve o sahiplenir sahiplenmez, onları tanır tanımaz bu tanıdıklarının hemen üzerine konduğunu ve artık onun olduğunu anlatmıştı. Demesine göre kâinatta her şey kendini tanıyanı ve kabule hazır olanı arıyordu. O bunları tanıyor, tanınanlar da bir aile ferdi gibi ona konup onun oluyorlardı. Tanıyan ve kabul eden, buyur eden az olduğu için bir tanıyan görünce en uzak yerdeki bile gelip artık yerleşiyordu. “Zor duygular uzaktan sevilir, hürmet edilir ama kabul görmez, yaklaştırılamaz,” derdi babam. Zor duygularla yaşamak anlaşılan hafif ve uçucuların da varsa taşınmasına, göçüne, değilse hiç gelmemesine sebep oluyordu. Babamın tüm bakışı onları tanımaya, ayırmaya ve keşfe yönelikti. Acı çektiği halde diğer acı çekenleri ayırıyor ve kendine alıyordu, artık onlarla beraber yaşıyordu.

Yetişme çağında anlaşılan rahat bir ortamda ve haldeymiş. Didinme ve yaşama gailesi üstüne yapışık olmadığından o da gözlerini etrafa çevirmiş. Çeviriş de o çeviriş olmuş ve bakışın içine hapsolmuş. Kadıköy’de ve Moda’da bakacak fazla bir şey göremememiş, yolu Üsküdar’a varınca o zamanki harap Fethi Paşa Korusu, Vaniköy sırtları, Beylerbeyi bostanları, Beykoz… derken Üsküdar’ın içleri onu kendine çekmiş. Günlerini buralarda dolaşarak geçirmiş. Giderek cami avluları, medrese eskileri, kubbeler, yazılar, mezarlıklar ve mezar taşları… Uzun vaktini buralarda ve bunları seyrederek geçirmeye başlamış. Tam emin olmamakla birlikte bir vakit hafızlığa çalıştığını, bir vakit kudüm vurmaya devam ettiğini, uzun yaz ve sonbahar gecelerini hep camilerde, daha da ziyade çevre ve avlularında sabahlayarak geçirdiğini biliyorum. Eşi dostu tuhaftır, vardı. Arayanı soranı, ona derin bir bağla bağlı olanlar vardı. Bunlar ne vakit ya da ne şekil oluşmuş, o da malumum değil. Babamın başkalarına hitabında ve olayları karşılayışında vakarlı ve yüksek bir tavrı hep vardı. Bunun mihengi belki de hiç kendinde taraf olmayışıydı. Vicdanını rahatlatmanın tek yolunu her türlü haklılık paylarından feragatte bulmuştu. Başka türlü müsterih olunmaz diyordu. Alacaklı olmak, onu sanırım vakarlı ve kendince güçlü diyemeyeceğim ama dünyanın bu kıstırmasında kapanlara basa basa yürüyebilen birisi yapıyordu. Ama en büyük dert bu kapanlardan birisine olsun tutulmamak değil miydi? Sonraları çok düşündüm, hiçbir şeye bağlı ve rağbette olmamak onu başka her şeyle rabıtalı mı yaptı diye. Ama aslında şunu söylemekle yanlışa düşsem de bu yanlış bir doğruya açılır ki o da söylenecek her şeyin izlenimci bir tavırla söylenebileceğidir. Babam hiçbir şeyi sevk-i tabiisi dışında yapmadı. Otların kederi için de birisi lazımdı, ağlamak için de, sadece bakmak için de birisi lazımdı, sadece duracak birisi de, bu da galiba benim babamdı.”

Şule Gürbüz, Coşkuyla Ölmek, İletişim Yayınları, 2015 [2012], 4. baskı, s. 98-100.