Berlin IV

İzlediğim filmler arasında Berlin’e dair hatıramda en çok yer eden film en eskisiymiş, Berlin: Symphony of a Great City, 1929. İnternette çeşitli müzikli versiyonları mevcut. Bu etki sadece filmin kendisiyle ilgili değil, her etki bırakan şey gibi etrafını çevreleyenlerden ileri geliyor. Yüksek lisansta aldığım dersler arasında en ilgimi çeken tartışmaların gerçekleştiği derslerden biri olan Cinema and The City dersinin ilk haftalarında izlemiştik. Bir yandan modernite ve kentler üzerine metinler okuyor bir yandan da daha önce haberimiz olmayan acayip filmler izliyorduk. Sinemayı seven ve farklı hatlardan bir şeyler bilen ama çoğu şeyi hiç bilmeyen interdisipliner sınıfımız için çok ufuk açıcı bir ders olmuştu. Dersten aklımda kalan diğer iki iyi film, sonradan takip edememiş olsam da city-essay’in bir örneği Patrick Keiller’in London’ı (1994) ve kült/anaakım olsa da o zamanlar kabuslarıma girdiğini ancak şimdi hatırladığım iki karakteri içeren Midnight Cowboy olmuştu.

Geçmişe dönüşün başladığı yerde aklıma hep yeni bir şey yaşayıp yaşamadığıma dair bir soru geliyor. Bu filmi anmaya çalışırken fark ettim. Yepyeni bir yere gelmişken neden geçmişte iz bırakan şeylere doğru yol alıyorum? İlk düşüncem Berlin: Symphony of a Great City’nin bir trenle Berlin’e girerek bahsi demiryollarından doğru açmasıydı. Man with a Movie Camera ise film gösterimiyle açılıyordu. Bunların yanına o günlerde not aldığım Manhatta‘nın tamamını ise yıllardır hala izlememişim. Ulaşım ve gösteriyle başlayan iki film çokça fabrikalar ve sokaklar üzerinden kent yaşamına dair enstantanelerle ilerliyordu. Burada birkaç kere dolaştığım Park am Gleisdreieck’ın içine yayılmış tren rayları ve parkın içinden ve üstünden geçen demiryolları bana Ruttmann’ın filminin açılışını hatırlattı. Berlin endüstriyelleşme ve bugünkü anlamıyla modern kentlerin oluşumunu, yıkımını ve yeniden yapılmasını pek çok tartışma ve mücadeleyle yaşamış bir kent olsa gerek.

Enine doğru görece geniş ve aktif bir cadde ve üstünden geçen metro hatları, boyuna doğruysa bizzat içinden geçen birçok demiryoluyla bölünen Park am Gleisdreieck oldukça yeni bir park. İlk bölümü 2011’de, tamamı ise 2014’de açılmış. Parça parça, her yerine girip dolaşamadığım, haritadaki görünüşünden daha küçük bir boyutu ve aslında bambaşka bir organizasyonu olan bir yer, haritanın o boyalı yeşillik temsilinden çok uzak. Parkın girişlerinden birinde yer alan bilgilendirici tabletleri okudum ama 19. yy’da demiryolları ve kentin tasarlanışına dair plancılar, halk ve demiryolu işletmeleri arasındaki çatışan çıkarlarla örülü tarihinin hikayesini henüz tamamen anlayamadım. Şu anki hali, endüstriyel alanla yeşil rekreasyon alanının garip bir birleşimi. Yakınındaki Anhalter tren istasyonunun II. Dünya Savaşı’nın hasarlarıyla kullanılamaz duruma gelmesiyle uzun süre atıl konumda kaldıktan sonra bölge sakinleri ve bir yeşil Berlin inisiyatifiyle çeşitli kurumlardan destek alınarak yapılmış. Burada sanırım kamu ve sivil toplum işbirliğiyle kamusal alanlara dair kararlar alınması gibi bir pratik işliyor. Havaalanından çevrilme Tempelhof sahası da buna örnek olabilir. İlk karşılaştığımda daha naifçe bu “ev kira, semt bizim” pratiğinden çok etkilenmiştim ama buradan bir arkadaşımla konuşunca asıl karar alıcıların atıl durumdaki bölgenin çevresine evler diken ve oralarda yaşamaya başlayan orta/üst sınıflar olabileceklerine dair bir uyarıyla olup bitene eleştirel yaklaşabileceğimi öğrendim. Parkın tarihini anlamaya çalışırken anlayamadığım yerlere takıldıkça doğru dürüst teorik ve tarihsel okuma yapmadan öylece dolaşarak ve çevreyi seyrederek bir şeyleri anlamanın en azından benim için pek mümkün olmadığını fark ettim.

İnsanların parklarda veya sokaklarda sürekli sağlık merkezli aktiviteler peşinde olması kafamı kurcalıyor. Önce bunu kültürel bir fark olarak görüyordum yani Avrupalılar sağlıklarına çok dikkat ediyor diye düşünüyordum fakat zamanla bunun sınıfsal yanlarını da fark ettim. Belki bazıları daha keskin gözlemliyordur fakat bana yeni bir yere gidince henüz o kültürün kırılımlarından bihaber olduğum için gözlemlediğim tüm farklar kültürel geliyor.

Şimdiye kadar sadece bu parkta tanık olduğum sportif aktivitelerin dizini: koşanlar, paten ve kaykay kayanlar, bisikletliler, basketbolcular, boks ve tekvando yapanlar, frizbiciler, her türden fitness çalışması, uçurtma uçuranlar, açık alan masa tenisçileri –çok özeniyorum, metal telli bir örnek masa tenisi masalarında oyun oynayan bu insanlara–, hafif curling’e benzeyen Fransız menşeili pétanque (?)  oynayanlar, tahta raketlerle paddle ball (?), yere takılı yaylanan ağın üzerinde voleybol benzeri spikeball oynayanlar… Parkta bira içip muhabbet etmek dışında bu kadar çeşitli şeylerin yapılıyor olması dar hayal dünyamı genişletti. Gerçi Maçka Parkı’nda slackline kurup çok eğlenmiştik bir kere, çocuklar da gelmişti hoplayıp zıplamıştık. Sonuç olarak parkı bir ay boyunca gözlemledikten sonra yeterince heveslendim, hareketsiz ya da sadece yürüyüşle geçen ayların ardından ilk kez koşmaya çıktım. Sırtımı incittim.

Yine de

Gleisdreieck Parkı’nda geceleri yürüyüşe çıktığımda karanlığın içinde yer yer metro ya da trenlerin geçtiği anlarda bir anlığına parkın da aydınlanıp sönüvermesiyle oluşan görüntüden etkilendim. Havanın soğukluğundan dolayı gidip çimenlerde uzun uzun oturmadım henüz ama yürürken bile o anlık aydınlanma ve sönme garip bir his uyandırıyor. Dün gece ilk defa her yürüdüğümde basit ama anıtsal ahşap tasarımlarına hayran olduğum salıncaklardan birinde sallandım. Özlemişim bu duyguyu, daha doğrusu geçenlerde bir arkadaşımın bebeğini sallarken özlediğimi hatırlamıştım. Salıncağın yanında tek başına bir ağaç, onun ardında da üstten geçen tren rayları. Işıklar belli aralıklarla çimenleri yakıyor. Böylece park geceleri başka bir atmosfere bürünüyor. Tek tük insan geçiyor. Burada yaşayan bir fare, tavşan ya da sincap olmak ne kadar farklı bir programlanma anlamına geliyor diye düşünüyorum. Metro saatlerine bağlı bir kaçışma… Karanlıkta seçemiyorum, gözüm de tam görmüyor. Gece yarısında hala squat çalışanlar ve günlük egzersizlerini tamamlayamaya çalışan insanlar var. Çoğu kişi geceleri koşuya çıkıyorlarsa kendi üzerilerine veya evcil hayvanlarını dolaştırıyorlarsa onların boyunlarına kırmızı ve mavi ışık saçan lambalar takıyorlar. Böylece kimse kimseyle çarpışmıyor.

Berlin I

29 Ekim 2020, Perşembe. Bir öğleden sonra Berlin’e vardım. Birkaç gün sonrası için kısmi karantina edildi. Almanca bilmediğim ve yıllardır yurt dışına çıkmadığım için kendimi 32 yaşında bir bebek gibi hissediyorum. 24 saat kadar vakit geçirdim henüz. Herkesi evden çalışmaya davet ediyorlar. 3 aylığına tuttuğum evde gün boyu oturulabilecek bir çalışma sandalyesi yok. İkinci el bir şeyler bulsam ya da şirketten alabilsem iyi olur.

Ev Schöneberg’in Kreuzberg sınırında. Yirmi metre yakınımdan geçen tren yolu ayırıyor ilçeleri. Ataköy ve Şirinevler’in komşuluğu aklıma geldi. Bazen beş dakika bazen yarım saatlik aralıklarla trenler geçiyor. Memleketteki kadar gürültülü değil buranın trenleri, Üç Maymun’daki ev gibi değil yani, sallanmıyor hiç. Burası da Türkiye’den gelenlerin yoğun yaşadığı bir yermiş. İlk saatlerimi temel gıda ihtiyaçlarımı edinmeye ve bunları nerelerden almam gerektiğini saptamaya harcadım. Birlik Marketler’deki çalışanlar ilk sorularıma cevap oldu. Erikli su, Gazi kaşar ve yoğurt, Ekonomik marka yeşil mercimek, Baktat yeşil zeytin ve temel sebzelerden birer ikişer aldım. Alışverişin kelimesi: grün/e. Zeytin ve mercimeği niteliyor. Çarşamba ve Cumartesi günleri pazar kuruluyormuş, asıl alacaklarını orada almalıymış insan, marketlerden acil şeyleri almak gerekirmiş. Crellemarkt, potansiyel Beşiktaş Pazarı.

Sonrasında da yıllar öncesinden hatırladığım Lidl ve Aldi’ye rastladım. Etiketlerdeki yazıları anlayamadığım için bir sürü çeşit Saskia mineralli sudan ve biralardan birer örnek edindim; zeytinyağı, yumurta, şampuan, diş macunu gibi şeyler aldım, ürünleri tek tek, itinayla deneyeceğim. Fişleri de bir dokümana geçirdim. Neyin ederinin ne olduğunu anlamaya çalışmak bana biraz garip geliyor. Bir şeyin ne kadar olduğunu hissedebilmek gerekmez mi aslında? Metalar her yerde farklı bir büyü taşıyor. İlk alışverişlerimde en fazla para ödediğim ürün 5.61 ile H&S şampuan oldu, 500 ml zeytinyağından ucuz olmasına şaşırdım. O esnada, Tekel’imi/Tabak’ımı bulmuş olabilirim. Henüz pek konuşamamış olsak da sanki muhabbet açılacak gibi buradaki abiyle. Gece yarısı alışverişi.

İlk kahvaltım: 2 haşlanmış yumurta, 1 domates, 1 salatalık. Yaptığım ilk yemek: soğanlı, havuçlu yeşil mercimek ve yoğurt. Baharatsız, salçasız ve sarmısaksız tadını bir şeye benzetemedim. İlk içtiğim bira: 33’lük Pilsner Urquell. Tatlı bir gece alışverişi kazası.

Yorckstraße üzerinde iki farklı yöne yürüdüm: Wilmersdorf ve Kreuzberg. İkisinin de kalbine varamadım. İlk günün korkusu beni evden fazla uzaklaşmaktan alıkoydu. Ancak çeper çeper aşarak, adım adım uzaklaşabilirim gibi geldi. Örneğin Wilmersdorf yönüne yürürken karşıma çıkan dev blok binayı görünce acaba altından geçebilir miyim yoksa geçemez miyim diye düşünürken geri dönmeye karar verdim. Sokaklarda acaba yanlışlıkla bisiklet yolunda yürüyor muyum gibi tedirginlikler hissediyorum. Bisikletler çok hızlı. Sokakta yürürken sigara içmenin nasıl karşılandığını henüz anlayabilmiş değilim. Gördüğüm dükkanların bazılarının ne iş yaptığını anlayamıyorum. O büyük blok binaya yaklaştığımda taşlarda Ultraslan yazılarına rastladım. Sanırım aşağısında bir geçiş var.

Evden çıkmadan haritadan baktığımda gördüğüm Heinrich-von-Kleist Parkı’nın da önünden geçmişim, yürürken gördüğümde bir park olup olmadığını ya da girişe izin verilip verilmediğini anlayamamıştım. Bir daha o tarafa yürüdüğümde henüz yazdıklarını hiç okumadığım bu yazarın adını taşıyan parkı gezeceğim.

Bisiklet sürmeyi öğrenmeliyim. Buradakiler gibi süremem yakın gelecekte. Evde sigara içmemek zormuş. Apartmanın arkası saklı bahçe, önü cadde. Caddeleri bahçelerden daha çok seviyorum. Okumayı, çocukluğumdaki gibi, vitrinlerden öğreneceğim. Gündüzleri her şey daha temiz ama gece tüm sözlü kurallara rağmen kirlenme başlıyor. Burada pandemiyle mücadele halka sorumluluk verilerek yürütülüyormuş. Çöpleri geri dönüşüme göre doğru şekilde ayıramazsam, yanlış çöpü yanlış kutuya atarsam kentten sürüleceğim. Bir bira kutusunun depozitosu 0.25 Euro. İlk defa yüksek tavanlı bir evde kalıyorum, aydınlatması kolay değil. Yine tren geçti, sesi yaklaşık 8 saniye sürüyor, yankısı ve tortusuyla 12. Korsan yasalarını çiğnemeden filmlerle Almanca pratiği yapmak için Malina’yı (1991) izleyeyim dedim ama Fransızca konuşuyorlar ve sürekli sigara içiyorlar. (Huppert satranç da oynuyor.)

p.s. kiraladığım eşyalı evdeki kitaplar:

inci gibi dişler
genç werther
notre-dame de paris
berlin rehberi