Touraine, Entelektüeller ve Modernlik Üzerine

“Entelektüeller, bilimin ilerlemelerini geçmiş kurum ve inançların eleştirisiyle birleştirerek akılcılaştırma hareketini yürütmüşlerdi. Hatta, Medici’ler döneminden bu yana, otoriterliklerinden rahatsızlık duymadan, seve seve aydın hükümdarlara hizmet etmişlerdir. Ama modernizmin ilk yüzyıllarından sonra, XX. yüzyılda, entelektüellerle tarihin ilişkisi tersine döner. Bunun, birbirinin tamamlayıcısı olmaktan çok karşıtı olan iki nedeni vardır: Birincisi, modernliğin kitle üretim ve tüketimine dönüşmesi ve aklın saf dünyasının artık modernlik araçlarını en vasat, hatta en akıldışı taleplerin hizmetine sunan kalabalıklar tarafından istilaya uğramış olmasıdır. İkincisi ise, modern aklın dünyasının, yüzyılımızda modernleşme siyasetleri ve milliyetçi diktatörlüklere gitgide daha bağımlı olmasıdır. Özellikle Fransa’da, ama aynı zamanda da ABD’de pek çok entelektüel, “ilerleme güçleri”yle olan geleneksel ittifaklarını olabildiğince uzun süre korumaya çalıştılar. Kendi ülkelerinin, özellikle de Vietnam ve Cezayir’de yürüttükleri sömürgeci savaşlar onları ulusal kurtuluş hareketlerini desteklemeye itti; bunu da, kendi ülkelerinin yöneticilerine karşı inanç ve cesaretle gerçekleştirdiler. Ama aynı zamanda, kapitalizme ya da emperyalizme karşı gerçekleşen bir devrimin doğuracağı rejimlern “ilerlemeci” olacağı fikrine de az çok bağlı kaldılar; bu da çoğu zaman onların, en baskıcı komünist rejimlere karşı aşırı hoşgörü, hatta kör bir sempatiyle yaklaşmaları sonucunu doğurdu ve bazılarının Mao’nun başlattığı kültür devrimi ya da Batı Avrupa’daki terorist etkinlikler konusunda olabilecek en ciddi yargı hatalarını yapmalarına neden oldu. Ama bir süre sonra, en geç kalmışları açısından bile artık bu kötü davaları desteklemekten vazgeçilmesinin gerektiği apaçık ortaya çıktı. Bunun üzerine, özellikle de 1968 sonrası pek çok entelektüel karşı-modernlikte yeni bir tarih felsefesi buldu. Kendi putlarını kendileri kırdılar ve modern dünyayı aklın yıkıcısı olarak mahkûm ettiler; bu da onların, hem kitle karşıtı seçkinciliklerini, hem de modernleştirici diktatörlüklerin otoriterciliğine düşmanlıklarını tatmin etti. Özellikle de yetmişli yıllarda karşı-modernizm başat, neredeyse hegemonyacı bir hal aldı.

XIX. yüzyılın ortasında entelektüeller nasıl gelecek hülyasına kapılmışlarsa, XX. yüzyıl ortasında da o derece felaket, anlamsızlık ve tarihsel edimcilerin yok oluşu duygusunun etkisinde kaldılar. Fikirlerin dünyayı yönettiğine inanmışlardı; sonuç olarak barbarlığın, mutlak iktidarın ya da tekelci devlet kapitalizminin önlenemez yükselişini mahkûm eder hale geldiler.

Entelektüel yaşamla toplumsal yaşam birbirinden böyle ayrıldı ve entelektüeller, kendilerini aşırı bir radikalizme ve giderek artan bir marjinalliğe sürükleyen tümel bir modernlik eleştirisinin içinde hapsoldular. Uzun zamandan beri ilk kez dünyada oluşmakta olan toplumsal, kültürel ve siyasal dönüşümler artık düşünülmüş olmadıkları izlenimi uyandırmaktadır, çünkü uzmanların verdiği bilgiler, elzem olsalar da, entelektüellerin artık yapma yeteneğine sahip olmadıkları yorumları kendiliklerinden üretemez hale geldi. İşte, modernist ideolojinin çözülmesinin en uç biçimlerini keşfe başlamadan önce betimlelemiz gereken, karşı-modern entelektüellerin bu pusulalarını şaşırma olgusudur.”

Alain Touraine, Modernliğin Eleştirisi, Yapı Kredi Yayınları, çev. Hülya Tufan, 2002 [1992], 4. basım, s. 171-2.