“Eylemcilik, özneleşme sürecini genellikle direniş açısından düşünmüştür. Foucault’ya adadığı kitabında Gilles Deleuze öznellikten bahseder ve özneleşme ile direniş süreçlerini özdeşleştirir: “Yaşam tam da bu güce direniş kapasitesi değil midir?” (Deleuze, 1988: 77). Şunu sormanın zamanı geldi diye düşünüyorum: Ya toplum, sınır tanımayan kapitalizmin yıkıcı etkilerine artık daha fazla direnemiyorsa? Öznenin direnişle özdeşleştirilmesi belli bir anlamda tehlikelidir. Bizzat Deleuze, kaçtığımızda sadece kaçmakla kalmadığımızı, aynı zamanda bir silah aramakta olduğumuzu söyler.
Otonomiyi direnişten ayırmak zorundayız. Bunu yapmak istiyorsak arzuyu enerjiden ayırmak zorundayız. Modern kapitalizmin hâkim odağı enerji, üretme, rekabet etme ve hâkim olma yetisi olmuştur. Faust’tan Fütüristlere kadar, Batı’nın kültür sahnesine bir tür Energolatria* egemen olmuştur. Onun dogması, enerjinin her daim büyümeye elverişliliğidir. Artık enerjinin sınırsız olmadığını biliyoruz. Enerji, Batı’nın toplumsal psişesinden kaybolmaktadır. Bana kalırsa, otonomi kavramı ve pratiğini bu bakış açısından yeniden biçimlendirmemiz gerekiyor. Toplumsal beden, sermayenin vahşi girişkenliği karşısında haklarını yeniden iddia edemiyor, çünkü hak arayışı, gücün uygulanışından asla ayrılamaz.
İşçilerin güçlü olduğu 1960’lar ve 1970’lerde kendilerini hak talep etmekle, iradelerini barışçıl bir şekilde ortaya koymakla sınırlamıyorlardı. Dayanışma içinde hareket ediyor, işi reddediyor, zenginliği yeniden dağıtıyor, şeyleri, hizmetleri ve mekânları paylaşıyorlardı. Kapitalistlere baktığımızda ise, onlar sadece istemez ya da ortaya koymazlar, dileklerini sadece dile getirmekle kalmazlar, onu gerçekleştirirler de. Şeyleri oldururlar, yatırım yaparlar, yatırımlarını çekerler, yerinden ederler, yıkarlar ve inşa ederler. Sermaye ve toplum arasındaki ilişkide otonomiyi yalnızca güç mümkün kılar. Ama güç nedir? Bugün güç ne demektir?
Arzunun enerji ile özdeşleştirilmesi gücün şiddetle özdeşleştirilmesi sonucunu vermiştir ki bunun, 1970’ler ve 1980’lerde İtalya’daki hareket için çok kötü sonuçları olmuştur. Enerjiyi arzudan ayırt etmek zorundayız. Enerji düşer, oysa arzunun korunması gerekir. Benzer şekilde gücü de şiddetten ayırt etmeliyiz. Bugün iktidara şiddetle karşı koymak intihar sonucunu vermektedir ve yararsızdır. Blackwater, Haliburton, gizli servisler ve mafyaların bir karışımına benzeyen profesyonel katil örgütlerine karşı duran eylemcileri nasıl düşünebiliriz?
İktidara karşı mücadelede yalnızca intiharın etkili olduğu kanıtlanmıştır. Gerçekten de intihar, zamanımızın tarihinde tayin edici olmuştur. Çokluğun karanlık yanı burada ölümün yalnızlığıyla karşılaşır. Eylemci kültürü, bir hınç kültürüne dönüşme tehlikesinden kaçınmalıdır. Kapitalizmin toplumun tarihi içine kazıdığı, felakete götürecek eğilimlerin geri dönülemezliğini kabul etmek vazgeçmek anlamına gelmez. Tersine bugün önümüzde yeni bir kültürel görev duruyor: kaçınılmaz olanı rahatlamış bir ruhla yaşamak. Büyük bir geri çekiliş, devasa ölçekte kopuş, ekonomi sahnesini terk ediş, sahte politika şovuna katılmayı reddetme dalgası için çağrı yapmak. Toplumsal dönüşümün can alıcı odağı, yaratıcı tekilliktir. Tekilliklerin varlığı, kurtuluşa giden bireysel bir yol olarak düşünülmelidir, bunlar bulaşıcı bir güce dönüşebilirler.”
*Enerji tapınması ya da enerji putperestliği
Franco “Bifo” Berardi, Gelecekten Sonra, Otonom Yayıncılık, çev. Osman Şişman & Sinem Özer, 2014 [2011], s. 172-3.
“Birden Bartleby’nin masası ilgimi çekti. Çekmecesinin anahtarı üstündeydi.
“Odada oturmak, beklemek, odayı arşınlamak, karşı pencerede oturan kişinin görüntüsüne katlanmak olanaksızlaştığında dışarı çıkıyordu. Gün ışığı dünyanın kesinliğini geri verene kadar geceyi geçirebilmek için yürüyordu. Bu, ışığın her zaman günü vereceği anlamına gelmiyordu. Yürüyen için gün her zaman tehdit altındaydı, ışık ertesi sabah günü geri vermeyebilirdi.
“Günümüzde filozofun gelişmesinin karşısındaki tehlikeler aslında o kadar katmerlidir ki, bu meyvenin olgunlaşabileceğinden kuşku duyuyor insan. Bilimlerin kapsamı ve inşa ettikleri kule muazzam büyüdü, böylelikle filozofun henüz çıraklık aşamasında yorulma ve herhangi bir yerde durup “uzmanlaşma” olasılığı da arttı; öyle ki artık kendi yüksekliğine, üstten bakışa, genel bakışa, aşağıya bakışa ulaşamıyor. Ya da yukarıya çok geç, en iyi çağı ve kuvveti çoktan geride kaldıktan sonra çıkıyor; ya da bakışının, genel değer yargısının fazladan bir önem taşımadığı ölçüde zedelenmiş, kabalaşmış, yozlaşmış oluyor. Tam da entelektüel vicdanının incelmişliği, yolda duraksamasına ve gecikmesine neden oluyor; bir heveskâr olmaya, kırk ayaklı kırk duyargalı olmaya ayartılmaktan korkuyor, kendine karşı saygısını yitirmiş birisinin, bilen biri olarak da artık emretmediğini, artık önderlik etmediğini çok iyi biliyor: işte böyle büyük bir oyuncu, felsefi bir Cagliastro, tinler köyünün kavalcısı, kısacası bir baştan çıkarıcı olmayı istemek zorunda kaldı. Nihayetinde bir beğeni sorunudur bu: zaten bir vicdan sorunu değilse. Üstüne üstlük filozof olmanın zorluğunu bir kez daha ikiye katlasın diye, kendi kendisinden bilimler hakkında değil, ama yaşam ve yaşamın değeri hakkında bir yargı, bir evet ya da hayır talep ediyor -bu yargıya varmanın kendisinin bir hakkı, hatta bir ödevi olduğuna istemeye istemeye inanmayı öğreniyor, ve kendini yalnızca en kapsamlı -belki de en rahatsız edici, en yok edici- yaşantılardan dışarıya, söz konusu hakka ve o inanca gidecek yolunu çoğunlukla tereddüt ederek, kuşkulanarak, sesini keserek araması gerekiyor. Aslında kitle uzun bir süre filozofu tanıyamadı ve başkasıyla, kâh bilimle uğraşan insanla ve ideal bilginle, kâh tanrının duyularından arınmış “bu dünyalı olmaktan çıkmış” dindar-yüce hayranıyla ve meczubuyla karıştırdı; bugün bile herhangi birinin, “bilgece” ya da “bir filozof gibi” yaşadığı için övüldüğü duyuluyorsa, bunun handiyse “akıllıca ve bir kenarda”dan daha fazla bir anlamı yoktur. Bilgelik: belli ki ayaktakımı bunu bir tür kaçış olarak, kötü bir oyundan güzelce sıyrılmak için bir yöntem ve marifet olarak görüyor; oysa gerçek filozof -bize öyle görünüyor değil mi dostlarım?- “filozofça” ve “bilgece” olmayan, her şeyden önce akıllıca olmayan bir yaşam sürer, ve yaşamın yüzlerce denemesinin ve baştan çıkartmasının günahını ve ödevini hisseder: -kendini sürekli riske eder, bu kötü oyunu oynar…..”
“Bu kadar şahsi şeylerden söz etmek çok güç. Ama madem ki uykusuzluktan bahsettiniz, ben gençliğimde uykusuzluk derdini yaşamış olmanın o kadar da kötü olmadığına inanıyorum. Son derece acı verici bir tecrübedir bu; bir felakettir. Ama başkalarının anlayamayacağı şeyleri anlamanızı sağlar: Uykusuzluk sizi canlıların dışına çıkarır, insanlığın dışında. Dışlanmış olursunuz. Akşam saat sekizde yatarsınız, saat dokuzda ya da onda, ve ertesi sabah saat sekizde uyanırsınız ve gününüze başlarsınız. Uykusuzluk nedir? Sabahın sekizinde akşam sekizdekiyle tamamen aynı noktada olursunuz! Hiçbir ilerleme yoktur. Sadece orada olan o muazzam gece vardır. Hayat ise sadece kesintilerle mümkündür. İnsanlar bu yolla hayata tahammül ederler, uykunun verdiği kesintiler sebebiyle. Uykunun ortadan kalkması bir tür uğursuz devamlılık yaratır. Tek bir düşmanınız vardır, o da gündüzdür, gün ışığıdır. Ayrıntılara girmek istemiyorum, değmez. Son derece güç bir şeydir bu. Ama şu olur, uykusuz beklediğiniz zaman yalnızsınızdır… kiminle? Hiç kimseyle. Hiçlik fikriyle baş başasınızdır; Sartre yüzünden aşınmış bir kelimedir bu… Ama bu bariz bir şey haline gelir, neredeyse fiziksel olarak hissedersiniz onu. Sadece kavram olan şeyler de sizin için canlı gerçeklikler haline gelir. İlk olarak, zaman başka bir boyuta geçer. Zaman neredeyse akmaz. Dakikadan dakikaya. Ve her dakika bir gerçekliktir. Akan ama ilerlemeyen zaman. Neye doğru ilerlediği bilinmez. Saatler boyunca zamanın ağır geçişine neredeyse kulak kesilen tipin psikolojik sürecini tasvir etmek istemezdim. Aslında bence bütün psikolojik hastalıklar, bütün iç sarsıntılar, özel bir zaman duygusundan gelirler. Demin can sıkıntısı konusunda söz etmiştik bundan: Sıkılırken zaman sizin için dışsal bir hale gelir. Ama uykusuzlukta zaman sizin düşmanınızdır. Çünkü içine giremediğiniz bir zamandır bu. Zamanın bu geçişinin ne anlamı vardır? Oradasınızdır, herkes horlamaktadır, evren horlamaktadır, siz de tek başınıza nöbet tutmaktasınızdır. Öyleyse, bunun trajik veçhesinden söz etmek istemiyorum, ama intiharların yüzde doksanının uykusuzluktan geldiğini biliyorsunuz. Size istatistikler zikretmiyorum, ama bunun önemi yok. Bunu biliyorum. Uykusuzluk bu. Bir uykusuz intihar eder, ama uykusuzluktan haberi olmayan kişi intihar etmez. İşini bitirmek isteyen bir sahtekâr ya da bir hırsız ya da bir cani değilse. Ama genel olarak, hayır. Sebepsiz intiharların neredeyse hepsi uykusuzluktandır. İnsan buna ancak, ki benim durumum buydu, çalışmamak şartıyla tahammül edebilir. Hatta, annemle babam uykusuzluklarımı finanse etmemiş olsalar kesinlikle kendimi öldürmüş olacağımı bile söyledim. Bütün bunları ortaya dökmek belki biraz ayıp; ama herkesin yaşayabileceği şeyler bunlar, onun için söylüyorum. Bireysel bir tecrübe değil bu, sadece ben değil, aynı şeyleri yaşayan bir sürü insan tanıyorum. Hekimlerle uykusuzluk üzerine konuştum, bu konuda hiçbir şey bilmiyorlar. Bu trajediyi kendi başına yaşamayanlar hiçbir şey anlayamazlar. Ben de şahsen, uykusuzluk hastalığının insanın hayatında yaşayabileceği en büyük tecrübe olduğunu düşünüyorum. En korkuncudur, bütün diğerleri onun yanında hiç kalır. Bu konuda açık ve kesin konuşuyorum. İyice boşboğazlığım tuttu bugün, çünkü hayatımda dinleyiciler önünde ikinci konuşmam bu. Size bir sırrımı açacağım.