Pearson, Zerdüşt ve Eylem Üzerine

“Öndeyişte Zerdüşt’ün insanlığa, Tanrı’nın ölümü olayının ve ni­hilizmin hükümranlığının ötesine nasıl geçilebileceğini göstermek amacıyla yaşamın yasası olarak kendini alt etmeyi öğretmeye çalıştığını görürüz. Öncelikle, insanın bir erek değil yalnızca bir köprü olduğunu öğrenmemiz gerekir; hayvanla Übermensch arasına bağlanmış bir iptir insan; dipsiz bir uçurumun üzerinde bir köprü, tehlikeli bir yolculuk. Kendini-alt etmeye yönelik bu ar­zunun karşıtı ise, “son insan”ın yaşama yönelik tavrını belirleyen kendini-koruma arzusudur. Son insan, mutluluğu keşfetmiş olan ve kendini korumaktan hoşnut bir insanlığı ifade eder; bundan böyle riske atılmaya veya denemelere girmeye inanmaz, artık gerçekten hiçbir şeye inanmaz. Tutku veya bağlanımdan yoksundur. Bu tip bir insanlığın tutumu da, her bakış açısı eşit değerde kabul edildiğinden, artık hiçbir beğeni ayrımı veya yargısının bulunmadığı boş bir göreliliğin tutumu olacaktır olsa olsa; ne iyi ve kötü, ne zengin ve yoksul, ne hükmeden ve itaat eden, ne yöneten ve yönetilen olacaktır: “Herkes aynı şeyi ister, herkes aynıdır: Her kim ki aksini düşünür, kendi isteğiyle tımarhaneye gider”. Öndeyiş, Zerdüşt’ün müritler değil, “dost-yaratıcılar ve şölen arkadaşları” olarak adlandırdığı yoldaşlar aradığım ilan etmesiyle sona erer. O, sürünün çobanı olmayacaktır, örnekleme yoluyla öğretecektir yalnızca, “Gökkuşağını göstereceğim onlara ve Übermensch’e çıkan merdiveni”.

Nietzsche, üstinsan nosyonuyla, soylu bir insan eylemliliği nos­yonunu yeniden kurmaya çalışır. Son insan yalnızca maddi teselli peşindeyken, üstinsan yaşamını büyük eylemler uğruna harcamaya hazırdır. “Üstün” olmak, isteyerek iyinin ve kötünün ötesinde dur­mak anlamına gelir. Sürünün anladığı anlamda ahlâkın “ötesinde” olmak demektir. Yaratıcı eylem, yeni kurallar ve yeni normlar kur­duğu için kaçınılmaz olarak ahlâk yargısının ötesine geçen eylemdir (“deha”dan anladığımız şey de budur). Yaratıcı olmak, ki­şinin erkelerini anında harcaması ve eylemlerinin sonuçlarını sezinlediğinde, yapacağı şeyden caymaması demektir.”

Keith Ansell-Pearson, Kusursuz Nihilist: Politik bir Düşünür Olarak Nietzsche’ye Giriş, çev. Cem Soydemir, Ayrıntı Yayınları, 1998 [1994], s. 138.

 

 

Fo, Ulrike Meinhof ve Sessizlik Üzerine

“Adı: Ulrike. Soyadı: Meinhof. Cinsiyeti: Kadın. Yaşı: 41. Evet, evlendim. Sezaryen doğumlu iki çocuğum var. Evet, eşimden boşandım. Mesleği: Gazeteci. Milliyeti: Alman.

Bundan sonra dört yıl boyunca modern bir devletin modern bir cezaevine kapatıldım. Suç?

Özel mülkiyete ve onu koruyan yasalara saldırıda bulunmak. Ve mülk sahiplerinin, özel mülkiyet haklarını sınırsızca genişleterek, her şeyi mülkiyetlerine almak istemelerine karşı koymak.

Her şeyi, ama her şeyi: Beynimizi, düşüncelerimizi, sözcüklerimizi, tavırlarımızı, duygularımızı, işlerimiz ve aşklarımızı, kısacası tüm yaşamımızı.

Hukuk devletinin patronları, bu nedenle beni yok etmeye karar verdiniz. Kutsal yasalarınıza boyun eğildiği sürece yasalarınız herkes için eşittir. Kadının özgürlük ve eşitliğini en üst düzeylere eriştirdiniz; gerçekten bir kadın olarak beni bir erkek gibi cezalandırdınız. Size teşekkür ederim. Beni cezaevinden daha berbat bir yere koyarak ödüllendirdiniz. Morgdan da soğuk ve aseptik bir yerde ve “duyu organlarımı körelterek” bana işkencelerin en büyüğünü yaptınız. Yani deyim yerindeyse, beni sessiz bir hücreye gömmüş oldunuz. Beyaz bir sessizlik, beyaz bir hücre, beyaz duvarlar, beyaz döşemeler, kapının sır işlemesi bile beyaz, masa, sandalye ve yatak, tuvaletten bahsetmek yersiz zaten. Neon lambası beyaz, hep yanık duruyor: Gece gündüz. Gece hangisi, gündüz hangisi peki? Nasıl bilebilirim? Pencerenin arasından sürekli olarak beyaz bir ışık sızıyor. Sahte bir ışık, pencere gibi sahte, beni beyaza boyayarak buraya kapattığınız gibi sahte. Sessizlik. Dışarının sessizliği, ne bir ses, ne bir gürültü, ne bir insan sesi. Ne koridordan geçip giden işitiliyor, ne de açılıp kapanan kapılar. Hiçbir şey!

Tümü sessiz ve beyaz. Beynimin içi sessiz ve tavan gibi beyaz.

Sesim beyaz çıkacak, konuşmayı denersem.

Beyaz tükürüğüm ağzımın kenarında bir burukluk bırakıyor. Gözlerimin içi, midem, boş atan damarım sessiz ve beyaz.

Sesim beyaz çıkacak, konuşmayı denersem.

Beyaz tükürüğüm ağzımın kenarında bir burukluk bırakıyor. Gözlerimin içi, midem, boş atan damarım sessiz ve beyaz.

Bir akvaryumda yelpaze yüzgeçlerini kaybetmiş, sessizlikte batmamaya çalışan bir Japon balığı gibi çekingenim. Sürekli olarak kusma duygusu hissediyorum. Beynim, odaya süzülen ışığın boşluğunda kafatasımdan kopuyor. Çamaşır makinesindeki deterjan köpükleri gibi yükselen tozların hepsi üzerimde: Onları temizliyorum, yan yana diziyorum… Yeniden üzerime yapışıyorlar… Yoo, hayır! Hayır! Onları durdurmalıyım. Beni delirtmeyi başaramayacaksınız… Düşünmeliyim! Düşünmek! İşte düşünüyorum: Sizi, bu akvaryumun kristal camına burnunuzu ezerek dayamış ve beni hapsetmiş olmanın ilginçliğini izlerken görüyorum. Gösteriye bayılıyorsunuz… Direnç göstermemden korkuyorsunuz… Benim gibi olan diğerlerinin, işçilerin ve yoldaşlarımın tasarladığınız güzel dünyanızı bozmanın arayışında olduklarından korkuyorsunuz.

Göz alıcı renklere boyadığınız çürümüş ve grileşmiş dünyanızdan dışlayıp, tüm renkleri yasakladınız bana, ne gülünç!

İnsanlar hiçbir şeyin farkına varmadan tüm renkleri tüketsin diye zorladınız onları: Ahududu şurubunu çiğ kırmızıya boyadınız, kanser yaptığı kimin umurundaydı, aperatifleri yaldızlı portakal rengine. Zümrüt yeşili, krom sarısı yağlar ve reçellerin zehirli renklerini çocukların midelerine indirdiniz.

Delirmiş palyaçolar gibi boyadınız kadınlarınızı bile… Yanaklara pespembe, göz kapaklarına Cezair moru ve menekşe mavisi, dudaklara zencefil kırmızısı ve karnavalın tüm renklerinde tırnak cilaları: Altın, gümüş, yeşil, turuncu hatta kobalt mavisi bile…

Ve beni beyaza zorlayın, çünkü beynim bir sürü renkli kâğıtlar arasında paramparça oldu: Korkunuzun lunaparkının ve karnavallarının renkli kâğıtları. Evet, çok güvenli görünüyorsunuz ama büyük bir korku sizi delirtmeye ve katılaştırmaya yetiyor. Bu nedenle her yeri saran renkli neon ışıklarına gereksinim duyuyorsunuz. Ve vitrinler, sesler, gürültüler, radyo, televizyon… her yerde büyük ses dalgaları; mağazalarınızda, evlerinizde, arabalarınızda, fabrikalarınızda, kafe-barlarda, aşk yaparken yatağınızda bile.

Oysa beni bu korkunç sessizliğe mahkum ettiniz… Çünkü dünyanızın, dünyaların en iyisi olmadığına dair korkunç kuşkularınız var…

Beni bu akvaryuma kapatmanızın tek nedeni var… Hayır, sizin yaşamınızı onaylamıyorum. Hayır, sizin şeffaf giysili kadınlarınızdan biri olmak istemiyorum. Cumartesi gecesi, bir restorandaki masanızda çeşitli yabancı menülerle ve budala ama bağıran müzikle küçük gülücükler, aptal tebessümlerle baştan çıkartan bir kadın olarak sunulmayı istemiyorum. Ve o mahzun ve göz süzen ve bazen deli, öngörüsüz ve aptal ve çocuksu ve ana ve orospu ve aniden sizin hiç eksik etmediğiniz banal bir fıkraya kibarca gülümsemeye kendimi zorlayan biri olmakta [sic] istemiyorum. Ah, işte hafif bir hışırtı: Kapı açılıyor, bir gardiyan görünüyor. Ve bana sanki saydammışım ve burada yokmuşum gibi bakıyor. Hiçbir şey söylemiyor, ama elinde öğlen yemeği için getirdiği bir tabak var. Masanın üzerine bırakıp gidiyor. Kilitliyor. Yeniden sessizlik.

Dario Fo, Kadın Oyunları, çev. Füsun Demirel, Açılım Yayınları, 2003 [1978], 3. basım, s. 83-6.

Calvino, Hüzünlü Kent Üzerine

“Raissa’da yaşam mutlu değil. İnsanlar yollarda ellerini ovuşturarak yürüyor, ağlayan çocuklara küfrediyor, elleri şakaklarında nehir boyundaki parmaklıklara dayanıyor, her sabah kötü bir rüyadan uyanıp bir yenisine başlıyorlar. Parmakların elden kayan çekiçlerin altında her saniye ezildiği ya da ellere iğnelerin battığı tezgâhlar arasında ya da dükkân sahipleri ve bankacıların hesap defterlerindeki eğri büğrü sayı sütunları üzerinde ya da meyhanelerin çinko tezgâhlarında duran dizi dizi boş bardağın karşısında sürüp gidiyor bu rüya, neyse ki öne eğilmiş başlar var da kötü bakışlardan kurtuluyorsun. Evlerin içinde durum daha da berbat, içlerine girmen de gerekmiyor görmek için: pencerelerden kavga sesleri ve kırılan tabakların gürültüsü geliyor.

Gene de Raissa’da, son engeli atlarken kendisine gülümseyen zabite âşık saygıdeğer hanımefendiye yarışlarda caka yapmak için aldığı beyaz dantel şemsiyeyi iyi fiyata sattığına sevinen şemsiyeciye çardağın altında sos dolu bir tabağı keyifle uzanan meyhaneci kıza iskelenin tepesinden, “Güzelim dur da banalım şunu” diye bağıran duvarcının düşürdüğü mısır ekmeği parçasını kapmak için bahçedeki küçük deponun çatısına atlayan köpeğe pencerenin birinden gülen bir çocuk görürsün daima; zabit mutludur, ama gökyüzünde uçak kekliğe bakarak engellerin üzerinden uçan atı daha da mutludur, ressamın, kafesini açarak salıverdiği kuş mutludur, filozofun sözlerinin bulunduğu kitabın o sayfasındaki minyatürde, sarı ve kırmızı noktalarla çalışarak tüylerini bir bir boyadıktan sonra kuşu salıveren ressam mutludur. Şöyle der filozof: “Hüzün kenti Raissa’da da, bir canlı varlığı diğerine bir an için bağlayıp çözülüveren, sonra dönüp hareketli noktalar arasında tekrar gerilerek anlık yeni figürler çizen ve böylece bu mutsuz kente, her saniye, varlığından bile habersiz olduğu mutlu bir kent kazandıran görünmez bir iplik dolaşıyor.””

Italo Calvino, Görünmez Kentler, çev. Işıl Saatçıoğlu, 2016 [1972], 18. baskı, s. 188-9.

Schmid, Melankoli ve Mutluluk Çekincesi Üzerine

“Esastan acı veren bir şey, varoluşun aşılamaz yalnızlığıdır. Belki bu bilgiye insanlar her zaman vakıftılar ama benlik öne çıktığı oranda ağırlaşır bunun tecrübesi. Bu hayatı yaşayan benim, başkası değil. Mutsuz olmaya ve felakete açılan uçuruma doğru bakmaya katlanacak olan, benim. Bu hayatı nihayetine vardıracak olan benim, başkası bunu benden devralamaz. Bütün ötesine dair daldığım düşünceler de benim düşüncelerimdir, sadece benim için bir anlam ifade eder bunlar, başkaları başka şeyler düşünürler ve bizi birbirimize bağlayan hiçbir şey yoktur -aşk, arkadaşlık veya hiç değilse bir hoşlanma dışında.

Düşüncelere dalmak: Kimi insanlar için bu zaten depresyona girmekle eş anlamlıdır. Melankolikler her şey üzerine düşünürler, nitekim onun için öteden beri aralarında çok filozof ve sanatçıya rastlanır. Bilhassa düşünen ve yaratan insanların melankoliye yakalanacaklarını, ünlü antik metinlerden Problem XXX,I‘in yazarı* da belirtmişti. Modern çağda psikolojik araştırmalar, depresyondan mustarip ve daha akıllıca kararlara vardıklarını teyit ediyor (Basel Üniversitesi, 2011). Soruna daha uzun ve daha dikkatli bakıyor, pembe bir gözlüğün bakışlarını bulandırmasına izin vermiyorlar. Kesinlik izlenimi uyandıran her durumun kesinlikten uzak ve her şeyin kuşkulu olduğunu biliyorlar. İnsan eylemlerinin kuşkululuğu konusunda ve insanın varoluşunun esas itibarıyla nasıl hiçlik mesafesine inebileceği konusunda zihinleri açık. Onları duygulandıran ve harekete geçiren, hayatın olası trajikliğidir. Onların maruz bulundukları tehlike hayatı fazla yüzeysel görmek değil, uçurumun derinliklerinden çıkamamak, belki de kendi “kimliklerinin” çöküşünü yaşamak ve kendilerine yabancılaşmaktır.

Lakin melankoli sadece taşkın bir düşünce selinin değil, duyguların vahşi dalgalanmasının damgasını taşır. Pek az insan bu dalgalanmayı mutluluk olarak hisseder ama her durumda buna anlam yükleyebilirsiniz: Eğer hayatta meseleniz büyük duygular yaşamaksa, o zaman bunlar sadece sevinç, aşk ve cezbenin iyi duyguları olamaz. Duygu hayatını tüm yelpazesiyle yaşamadan, kemale erilmez. Görünüşte en sebepsiz olan üzüntü hali de herhalde buradan doğar: “Aslında her şey yolunda gidiyor, bana ne oluyor böyle, bilmiyorum.” Ahenkten başka bir şey bilmeyen bir hayat, ahengin bozulmasını istiyor demektir. Kesintisiz yaşam sevinci insanı takatten düşürebilir, yaşam kederinin sunduğu türden bir molaya ihtiyaç duyabilirsiniz. İnsan olmanın bütün imkanlarını yoklamak ve hayatın kemaline varmak için, ilk bakışta çok uzak gelse bile, galiba üzüntüyü de sonuna kadar tatmak gerekir.

İnsanlar iradeleriyle de üzüntüye kapılabilirler mi? Evet, hiç şüphe yok, mesela acı verici hatıraları tekrar hatırlayarak yaparlar bunu, çünkü acı esasen hiç yok olmaz -sevilen bir insandan ayrılmak mesela. Dünya sancısı, kasıtlı olarak her zaman duyulabilir: hayatın ve her şeyin hatta belki bizzat dünyanın geçiciliğinin sancısı -her ne kadar bilimin bütün imkânlarıyla bile olsa, bunu ihata etmek mümkün olmasa da. Pozitif olanı dengelemek, hayatın kutupsallığını yeniden tesis etmek, mutluluğun ölçüsünü kaçırmamak için üzüntüyü bilinçli olarak davet edebilirsiniz. Friedrich Hollaender’in Marlene Dietrich’in söylediği bir şarkısında dile geldiği gibi:

Bir şey dileyebilecek olsam kendime
Azıcık mutlu olmayı isterdim
Çünkü, fazlaca mutlu olsaydım
Üzüntünün hasretini çekerdim”

*Seneca

Wilhelm Schmid, Mutsuz Olmak: Bir Yüreklendirme, çev. Tanıl Bora, İletişim Yayınları, 2015 [2012], 4. basım, s. 51-3.

Sönmez, İstanbul’un Dönüşümü Üzerine

“Görmenin, tatmanın ve hazzın mekânına dönüşen kentte, her yanda felaket yoktu ama eski hikâyelerin büyülü dünyası da yaşamıyordu. İlk kuşakların bütün enerjileri ve yaratıcı arzularıyla hücum ettiği kentin yerini iştah almıştı. İnsan da, sanat da, köpek de iştahla seviliyordu. Ormana koşan çocukların ormanda yitmesi, önlerine gelen her şeyi yemesi ve hiç doymaması gibiydi. Bunları Küheylan Dayı’ya anlatamazdım. İnsan hücrede susacağı yeri bilmeliydi. Bir yandaki güzelliğin hemen öte yanda yitirildiğinden ve pek çok gencin de boş yere bir hayal kenti aradığından söz edemezdim.

Küçüklüğümde İstanbul’un hayatı sokaklarda akarken, önce sokaklar sonra meydanlar, hızla çoğalan arabalarla ve dev binalarla dolmuş, hayatlarımızdan eksilmişti. Belki daha önce eksilmeye başlamıştı da ben geç fark etmiştim. Çocukluktan çıkıp boyum yıldan yıla uzarken, mimari de uzamış, her yanı büyüyen binalar sarmıştı. Artık pis miydi sokaklar, izbe miydi? Blok binalardan önce sokaklarda süren yaşam köhne miydi? Eskiden kent her yanda uçsuz bucaksız genişlerken, evler kat kat yükselip de göğü kapatmaya yeltenmezdi. Binaların sınırı, göğün görülebildiği eşikteydi. Çocuk halimle hissederdim bunu. Hangi sokakta başımı kaldırsam gökyüzünü görebilirdim. O zamanlar kentin silüeti birbirine bağlı küçük tepeler gibi uzar, dalgalanırdı. Kubbelerin ve kulelerin yanında geniş meydanlar vardı. Hiçbir meydan dev gölgelerin altında ezilmezdi.”

Burhan Sönmez, İstanbul İstanbul, İletişim Yayınları, 2015, s. 48-9.