“İnsanlar, internet üzerindeki davranışlara ilişkin muhtelif ölçütler bakımından bot hesaplarından ne kadar farklı? Bize ait alışkanlıklar ne ölçüde tümüyle önceden belirlenmiş alt-rutinlere dönüştü ya da görünürde algoritmik hale geldi? Belli bir açıdan -mesela, Target’ın reklam tavsiye motoru açısından- bakıldığında, Google’da yapılan bir dizi kelime aramasından ya da alışveriş alışkanlıklarındaki bazı değişimlerden yola çıkılarak bir kadının hamile olduğu varsayılabiliyor artık. Herhangi bir şirket (gündemi epey meşgul etmiş bir hadisede olduğu gibi) belki de anne adayının kendisi bile farkına varmadan önce bunu tahmin ediyor. “Büyük verileri” bir araya getirmek üzere bilgi toplama fonksiyonlarından oluşmuş devasa nano-ordu, birey olarak adeta kaybolduğumuz dijital kahve telvelerinde birtakım şekiller arıyor; en azından yetkililerin, tüm bu elektronik sis içerisinden özgün şahsiyetimizi arayıp bulmayı çıkarlarına uygun görmelerine kadar; işte o zaman birey bu keşmekeş içerisinden yeniden oluşturuluveriyor.
Yirmi birinci yüzyılın ilk çeyreğinin sonlarına yaklaşırken içinde bulunduğumuz durum bu: bot olmak ile olmamak, anonim ile etiketlenmiş, genel ile özel arasında asılı kalmış haldeyiz. Bir tarafta haklara, sorumluluklara, kişiliğe, failliğe vs. sahip bir yurttaş, yani şahıs olmaya ilişkin daha eski anlayışlar ile diğer tarafta özlemlere, beğenilere, profillere ve görüşlere sahip, ardında çerez kırıntıları bırakan bir tüketici olmak gibi yeni yeni ortaya çıkan varoluş biçimleri arasında gidip geliyoruz. Liberal felsefenin ve tarihin hakim bireyi (tekilliği), günümüzde epey hızlı bir şekilde, Gilles Deleuze’ün “bölünmüşlük” olarak adlandırdığı şeye dönüşmektedir; yani (kendileri de aşkın “Ben”den ziyade ulusötesi IKEA üzerine kurulu bir dünya için tasarlanmış) esnek birleşimlerle daha iyi bağlantı kurmak için tasarlanan daha modüler bir ontolojinin alt-öznesine.
En azından anlatılan hikâye bu minvalde.
Ruhumuzu, bedenlerimizi, banka hesaplarımızı ve ekosistemdeki değerli -ister internetteki etkileşimlerimiz, ister bizzat kullandığımız iletişim aygıtlarını üretmek için çıkarılan madenler olsun- her şeyi emip tüketen geç kapitalist komplodan başka yöne dikkatimizi çekmek için internetin eşi görülmemiş yaygınlığının ve gücünün kullanılmasına dur demek, yani “ölümüne tıklayışımıza” son vermememiz adına çağrıda bulunan çok sayıda düşünür vardır. Her yeni teknoloji beraberinde yeni bir McLuhan, yeni bir Toffler, yeni bir Postman ya da yeni bir Turkle getirerek, yeni kültürel ve politik itaat biçimlerinin ana hatlarını belirleyen yeni sibernetik tertibatın istemsiz şekilde benimsenmesinin doğuracağı tehlikelere karşı bizi uyarır. Elinizdeki kitap da bu uyarılarda bulunmaktadır. Ne var ki “medya”nın (hâlâ bu gibi yekpare terimlerle konuşabileceksek) genel toplumsal eleştirisinin, tam da medyanın yaygınlığını, etkisini ve kâr marjını artırmak için kullanılmasına kapı açacak şekilde makine kırıcı koroya bir endişeli ses daha eklemekle yetinmek niyetinde değildir. Üstelik bu kısa kitap, daha bildik yönelim veya yöntemlere engel olan yeni medya platformlarının, buna rağmen hem birtakım beklenmedik toplumsal fırsatları hem de ilerici politik düşünceleri gündeme getirdiğini sırası geldikçe göstermeyi amaçlamaktadır. (Hiç değilse Platon’dan beri teknolojik değişime yönelik böyle bir yaklaşım farmakon burcu altına düşer; yani onu kullananları iyileştirebildiği gibi öldürme kabiliyetine de sahip olduğu için ihtiyatla yaklaşılması gereken bir “deva”dır.)
Bu bakımdan Jean Baudrillard ilginç bir isimdir ve simüle edilmiş toplumun yükselişiyle gerçekleşen radikal kırılmanın ya da devrimin en ileri görüşlü tanı koyucusu olmayı sürdürmektedir. Genelde bir pesimist olarak görülse de Frankfurt Okulu’nu izleyen gelenek içerisinde (“Vaziyet eskiden de iç açıcı değildi, ama kötüye gittiği kesin!”) sayılsa da, bu kuraldışı gelişmelerden yakınmadığını, zira açıklama getirmek için henüz çok büyük ve hızlı olduklarını yeri gelince ısrarlar belirtmiştir. Klasikleşmiş kısa eseri “İletişim Esrikliği”nde Baudrillard, bizatihi öznelliğin kendi “sahnesini” (scène), menşeini ve temsilini yitirdiğini ve yerini “müstehcen” (obscène) olana ekranlardan ve bilişimden oluşan bir yok-ülkeye bıraktığını öne sürer. Asli sahne (özele karşı genel, kendiliğe karşı öteki ve özneye karşı nesne gibi temel ayrımlara dayalı) esasen psikolojik bir nitelik taşırken, ayrım ve diyalektik agon‘a ilişkin güven sağlayıcı göstergeleriyle yeni müstehcenlik böyle kemikleşmiş bir metafizikle ilgilenmemektedir. “Narsistik ve çok yönlü bağlantı çağı” (s. 127) sayesinde, aynanın yerini ağ almıştır: (birçoklarının daha ziyade makineyle uyum sağlamış, insan-üstü bir varoluş şekli olarak tanımlayacağı) çok farklı bir insan olma biçimine yol açan, belirleyici bir ikamedir bu. Tanınmaya yönelik üretici mücadelelerle birlikte, ıskalanan melankolik kendine dönük yüzleşmeler de kapı dışarı edilmiştir. Bunların yerine, “işlemlerin meydana geldiği -iletişimin pürüzsüz işlevsel yüzeyi… yansımaz bir yüzey,” (s. 126-127) ortaya çıkar. Peki ya sonuç?
Artık harcama, tüketim ve icra yok, bunların yerine nizam, ince ayarlanmış bir işlevsellik, aynı sistemin bütün unsurları arasında dayanışma, kurulmuş bir birliğin denetimi ve küresel yönetimi… Kişiye özel “telematik”: her bir kişi kendini mükemmel ve ücra bir hakimiyet konumunda yalıtılmış halde, menşe evreninden sonsuz uzaklıkta, farazi bir makinenin başında görür. Yani, tam da mekikteki astronotun konumu gibi, gezegene geri çakılmamasını sağlayacak daimi bir yörünge uçuşu ve hız gerektiren bir ağırlıksızlık halinde. (s. 128)”
Baudrillard, Jean, “The Ecstasy of Communication”, The Anti-Aesthetic: Essays in Postmodern Culture (haz. Hal Foster) içinde, Port Townsend, WA: Bay Press, 1983.
Dominic Pettman, Sonsuz Dikkat Dağınıklığı: Gündelik Yaşamda Sosyal Medyaya Odaklanmak, Sel Yayınları, çev. Yunus Çetin, 2017 [2016], s.16-8.
(Anarşist düşünceye dair hiç bilgim olmadığından olsa gerek, [Unabomber] Kaczynski ile yakınlarda bir sinema filminde tanıştım. Aslında “Unabomber Manifestosu”nu pek çok yazıda görmüştüm, Zizek’in kategorisiyle “bilmediğimi bilmediğim” olaylardan birisiymiş. John Zerzan’ın “Makinelerin Alacakaranlığı” kitabında Unabomber’e ayrılan bir kısım vardı, orayı okuyunca, araştırıp kim olduğunu öğrendim. Birkaç gün sonra izlediğim Mia Hansen-Løve filmi L’avenir’de ikinci kez karşılaştım. Filmde, Levinas ile hemhâl bir felsefe hocasının, boşanma sürecinde bulduğu ölü zamanlarda felsefeci ve anarşist genç öğrencisiyle kurduğu ilişkiden söz ediliyordu. Fransız entelektüelinin kristal imajını kuran hoca, öğrencisinin yoldaşlarıyla hayatını sürdüğü kırsaldaki küçük bir komün evine ziyaretler yapıyor, bir keresinde de kitaplığa göz gezdiriyordu. Kitaplığa bakmak, benim için her daim büyülü bir deneyim olmuştur, o yüzden bu sahne de beni irkiltmişti. Hocanın ilgi gösterdiği kitapları tek tek seçmeye çalıştım, onlara karşı aldığı pozisyonu -şaşkınlık, tahmin edilebilirlik, takdir, iğrenme, küçümseme vd.- deşifre etmek istedim. Burada iki yazar ilgimi çekti. Birisi Kaczynski idi. Komünist, anarşist veya başka radikal düşünceleri eleştirmeyeceğini, geçmişte bunlara bağlanmış ve mücadele etmiş olduğunu da bildiğimiz bu hoca, gençlerin böylesi bir “deli”yi neden okuduğunu anlayamamıştı. Bir diğer anlayamadığı da, muhafazakar düşünür Raymond Aron’du. Ben de Aron’u entelektüeller üzerine araştırma yaparken tanımıştım. Okuduğum metinlerin 90%’ı solcular tarafından yazıldığı için biraz şaşırmıştım bu adam neler diyor, ama iyi de analiz ediyor diye. Sonra -yine araştırınca Fransa’da sol entelijansiyanın da saygı duyup okuduğu muhafazakar yazarlardan olduğunu öğrendim. Aron, Tanpınar’mış. Bu duruma dair öğrenci de “hepsinden öğrenecek bir şey var” gibi bir cevap veriyordu. Neyse, bu da böyle bir anım bile değildir.)
“Aslında iş başında olan iki farklı kapital türü vardır ve bunlar iki farklı değiş tokuş rejimi halinde iş görürler. Değiş tokuş ve ödeme şeklinde dolaşan ittifak kapitali, yatırımlar ve kazançlar şeklinde dolaşan hısımsal kapitalle aynı değildir. İşçilere ödenen para, kendisini çoğaltamaz; sadece tüketici malları için değiş tokuş edilebilir. Oysa, bir ticari girişimin bilançosuna kaydedilen para, yatırım aracılığıyla bir zaman diliminde kendisini artırabilen mali kapitaldir. Mali kapital, farklı bir kaydetme tarzına sahiptir; daha sonraki bir tarihte faiz ile dönebilmesi koşuluyla bankalar tarafından yaratılmış kredi şeklinde borç verilebilir. İşaretlenmiş bir metalin ya da kağıdın sayılabilir akışı üzerine kayıt düşmeye gerek duymaksızın, maddi niteliklerinden yoksun bırakılır. O halde kapitalizm, bu tamamen ayrı kayıtlara sahip akışların çevrilebilirliği ilkesine göre işler. Bu kayıtlar farklı oyunlara aittir; farklı oyun tahtalarında ve yer-yurtsallıklarda oynanırlar. Birleşme, değiş tokuş ile mali kapital arasında gerçekleşir; ittifak ile hısımlık akışları arasındaki bir ittifaktır o -kapitalin özüretimi, soyut, kodları çözülınüş akışlar tarafından işlenen “ensest”tir. Ensest arzusu, kapitalist socius’un merkezinde yatar; en sonunda, ensest arzunun hakiki temsilcisine dönüşür, çünkü arzu ensestin yapısını almaktadır artık.
“Bir meta, ilk bakışta, kolayca anlaşılan sıradan bir şey gibi görünür. Metanın analizi, onun metafizik safsatalarla ve teolojik süslerle dolu çok karmaşık bir şey olduğunu gösterir. İster sahip bulunduğu özelliklerle insan ihtiyaçlarını karşılaması, isterse bu özellikleri yalnızca insan emeğinin ürünü olarak kazanması açısından ele alalım, meta, bir kullanım değeri olduğu sürece, onda hiçbir esrarengiz yan bulunmaz. İnsanın, kendi faaliyeti aracılığıyla, doğadaki maddelerin biçimlerini kendisi için yararlı olacak şekilde değiştirdiği gün gibi açık bir şeydir. Örneğin, tahtadan bir masa yapıldığında, tahtanın biçimi değiştirilmiş olur. Ama masa, yine bir tahta, sıradan bir doğal şey olarak kalır. Ama, meta kisvesine bürünür bürünmez, doğal bir şey olmaktan çıkar, duyularla kavranamayan bir şey olur. Ayakları yerden kesilmekle kalmaz, ama aynı zamanda bütün diğer metaların karşısında kafası üstünde durur ve tahta kafasından, kendi iradesiyle dans etmeye başlamasından çok daha mucizevi tuhaf fikirler çıkar. (28)
“Ev, şehrin bittiği yerde, üzerinde dut ağaçları ve tek tük incirler olan yarı kel, çamurlu bir tepenin aşağı kısmındaydı. Tepenin alt kısmını, başka tepeler arasından kıvrım kıvrım kıvrılarak Ortaköy’den Boğaz’a dökülen dar ve cılız bir dere çiziyordu. 1950’lerin ortasında Ordu, Gümüşhane, Kastamonu ve Erzincan’ın yoksul köylerinden bu tepelere ilk göç eden ailelerin kadınları dere boyunca tıpkı geldikleri köyde yapıldığı gibi mısır yetiştirir, çamaşır yıkardı. Çocuklar yazları derenin sığ sularında yüzerdi. Derenin Osmanlı zamanından kalan adı Buzludere o günlerde kullanılırdı, ama on beş yılda Anadolu’dan gelip civar tepelere yerleşen seksen binin üzerinde nüfus ile irili ufaklı çeşit çeşit sanayinin kiri yüzünden bu ad kısa sürede Bokludere’ye dönüşmüştü. Mevlut’un İstanbul’a geldiği yıllarda ise ne Buzludere ne de Bokludere adı hatırlanıyordu, çünkü şehrin içinde yer alan ve kaynağından döküldüğü yere kadar üzeri betonla kaplanan dereyi artık herkes unutmuştu.