Gürbüz, Bastonla Bekleyiş

Şule Gürbüz bu blog’da metinlerinden kesip yerleştirdiğim pasajlarla karşılaşsa kahrolur herhalde, diğer pek çok yazar gibi, ama biraz daha fazla belki. Ne yazık ki biz tüketiciler, kültürel metinleri kendimize yoğuruyor, onlardan başka bir şeyler yapmaya çalışıyoruz, adımıza jurnal bile açmış akademisyenler. “Kitaplarda okuduklarımızı unutuyorsak hâlâ neden okumalıyız?” sorusuna benim pek bir cevabım yoktu ama metinlerde karşılaşıp çok da unutmamak istediğim şeyleri böyle bir kere temize çekince sanki unutma süremi uzatıyorum. Tekrar karıştırabileceğim kolay bir yerde dursunlar, dijitalliğin arama olanaklarıyla raf dizimindeki fiziksel kısıtların önüne geçsinler istiyorum. Öte yanda, tüm bunları bir araya topladığımda bu beraber duruşlarından bir “toplam” çıkar mı diye de eşeleniyorum. Çıkmadı, çıkmıyor. Buraya taşısam da unutuyorum. Metinler de bir araya gelince tek bir pasaja dönüşemiyorlar. Komik mi bilmiyorum ama gülüyorum. “Bilme oğlum, bilme – ne istediğini hiç bilme. Bunu bilirsen, hayatın boyunca bileceğin tek şey bu olur.”

Paris sandığı, öyleymiş gibi arzuladığı şehrin Paris olmadığıyla yüzleşen yorgun ve içinde asit taşıyan YAŞLI ADAM. Bir de 22 – 26 arasındaki ilk tiradı var. Aslında oradan buraya bağlanıyor kafamda, sonra da onu geçireyim.

Karanlık, boş sokak. YAŞLI ADAM bir sokak lambasının altında inleyerek oturur. Sonunda dayanamayarak ağlamaya başlar. Gittikçe şiddetli, sarsılarak ağlar. Boynundaki eşarbı çıkarıp gözlerini siler. Eşarba bakarak.

YAŞLI ADAM: Seni hiç çıkarmamalıydım, hiç.
Ağlamaya devam eder. Cebinden Paris’in olduğuna inandığı resmi çıkarıp bakar. İnler.
– Hemen inanıverdim, yine, hemen inanıverdim. Bağırır. Ben de biliyorum buranın Paris olmadığını, ben de biliyorum. Ama işte Durur. İnanıverdim. Paris’i bana böyle anlattıklarına göre, oranın böyle olmadığını, yalnızca anlatılan olduğunu ben de biliyorum. İnler. Resimlere bakarak, filmleri seyrederek oraya giden, bunlardan hiçbirini görmese bile, herkesin bildiğinden, bilmek istediğinden farklı birşey söylememek için; hatta gittiğinden bile şüphe edilmesin diye, aynı şeyleri anlatıyor. Oysa yok – bunların hiçbiri yok orada. Hayaller, olması istenenler var. Ama kendisi… yok işte. Şapkacı yok. Şapkacı olsa bile, o adam aslında şapkacı değil; şapkacı olacak birisi değil. Öyleyse şapkacı da yok. Ama inanıvermek Durur. güzel. Durup dururken buradan ayrılıp oraya, düşe girmek güzel. Ama Durur. düşlerden bile kovulmak, hem de yalınayak –ayakkabılı da olsa farkeder mi, bilmem ama– hem de yalınayak, gerektiğinde fırlatabileceğin tek şeyden bile yoksun, çıplak– Bağırır. Ne zaman insanlığa soyunsan, çıplaksın.
– Ne zaman insanlığa soyunsam bastonu yiyorum, çıplağım. Güler. Ah, soytarım benim, ihtiyar soytarım, geçiversem şöyle ellerimin üstünden, ama Lambaya bakar. ışık, yalaz saçlı bir yalancı, bin göz gibi bakarken, bir göz gibi akan ölü taşıyıcısı ellerime, bir deliğinden fırlamış, bin kıllı pörsük bedeniyle yalanın, yalanın yalınayak, ürkünç ayaklarıyla takip ediyor beni matemim. Matemim Başını ellerinin arasına alır. kalakaldım ellerimin üstünde. Nasıl da dönüp duruyorum – nasıl ki, her seferinde ölü bir gecenin sandukası gibi ağır ve çileli, yorulmuş ellerimde. Başı önüne düşer, bir süre öyle kalakalır. Derken önce yavaş, sonra kahkahayla gülmeye başlar. Ellerini kaldırır, bağırır.
– Hey Tanrım, bunları söylerken, bu yaralı bereli ihtiyar halimle bir yandan acı çekerken, bir yandan da sokak lambasının altına yakıştığımı, hoş durduğumu düşünüyorum. Hâlâ beğenilmek; yoldan birisi geçsin de, benim az önce neredeyse canımdan olduğum olayı yaşamama sebep olan kadına duyduğumu bana duysun, yaptığımı yapsın istiyorum. Durur. Ama böyle şeylere benden başka aldırış eden yok – galiba yok. Bu yaşa geldim; daha ne kadar bekleyeceğim? Üstelik beklerken de sopa yiyorum. Sessiz, sakin, belirsiz bir bekleyiş bile değil – bastonlu, bastonlu…
– Hey Tanrım, ben kandım, ben birşey sandım, en azından istedim, umdum da – daha pantolonunun yırtığından habersiz, üstelik bir çarpmayla elden gittiğini düşünen; belki de ‘olan oldu’ deyip, hayatının geri kalanını bu yeni düzenine göre sürdürecek adam bile inanmadı, kanmadı.
Durur. Soluk alır.
– Herkes, ama herkes çok becerikli. Tüm becerebildikleri de bu. Ama belki zaten bu kadardır.
– Şaşkınım, hâlâ şaşkınım. Bir sokak köşesinde yaşlı bir kadın sızlanıyor; olgunluktan bahsediyor; bunun ölümle sağlanacağını, hem de gülerek söylüyorsa, onun dediği yapılmaz da ne yapılır?
Bağırır.
– Kadın! Seni unutmadım.
Durur.
– Şaşkınım.
Lambanın altına uzanıp gözlerini kapar. Bir süre sonra uykuya dalar.

Şule Gürbüz, Ne Yaştadır Ne Başta, Akıl Yoktur, Mitos Boyut, 1993, s. 39-42.

 

Fo, Ulrike Meinhof ve Sessizlik Üzerine

“Adı: Ulrike. Soyadı: Meinhof. Cinsiyeti: Kadın. Yaşı: 41. Evet, evlendim. Sezaryen doğumlu iki çocuğum var. Evet, eşimden boşandım. Mesleği: Gazeteci. Milliyeti: Alman.

Bundan sonra dört yıl boyunca modern bir devletin modern bir cezaevine kapatıldım. Suç?

Özel mülkiyete ve onu koruyan yasalara saldırıda bulunmak. Ve mülk sahiplerinin, özel mülkiyet haklarını sınırsızca genişleterek, her şeyi mülkiyetlerine almak istemelerine karşı koymak.

Her şeyi, ama her şeyi: Beynimizi, düşüncelerimizi, sözcüklerimizi, tavırlarımızı, duygularımızı, işlerimiz ve aşklarımızı, kısacası tüm yaşamımızı.

Hukuk devletinin patronları, bu nedenle beni yok etmeye karar verdiniz. Kutsal yasalarınıza boyun eğildiği sürece yasalarınız herkes için eşittir. Kadının özgürlük ve eşitliğini en üst düzeylere eriştirdiniz; gerçekten bir kadın olarak beni bir erkek gibi cezalandırdınız. Size teşekkür ederim. Beni cezaevinden daha berbat bir yere koyarak ödüllendirdiniz. Morgdan da soğuk ve aseptik bir yerde ve “duyu organlarımı körelterek” bana işkencelerin en büyüğünü yaptınız. Yani deyim yerindeyse, beni sessiz bir hücreye gömmüş oldunuz. Beyaz bir sessizlik, beyaz bir hücre, beyaz duvarlar, beyaz döşemeler, kapının sır işlemesi bile beyaz, masa, sandalye ve yatak, tuvaletten bahsetmek yersiz zaten. Neon lambası beyaz, hep yanık duruyor: Gece gündüz. Gece hangisi, gündüz hangisi peki? Nasıl bilebilirim? Pencerenin arasından sürekli olarak beyaz bir ışık sızıyor. Sahte bir ışık, pencere gibi sahte, beni beyaza boyayarak buraya kapattığınız gibi sahte. Sessizlik. Dışarının sessizliği, ne bir ses, ne bir gürültü, ne bir insan sesi. Ne koridordan geçip giden işitiliyor, ne de açılıp kapanan kapılar. Hiçbir şey!

Tümü sessiz ve beyaz. Beynimin içi sessiz ve tavan gibi beyaz.

Sesim beyaz çıkacak, konuşmayı denersem.

Beyaz tükürüğüm ağzımın kenarında bir burukluk bırakıyor. Gözlerimin içi, midem, boş atan damarım sessiz ve beyaz.

Sesim beyaz çıkacak, konuşmayı denersem.

Beyaz tükürüğüm ağzımın kenarında bir burukluk bırakıyor. Gözlerimin içi, midem, boş atan damarım sessiz ve beyaz.

Bir akvaryumda yelpaze yüzgeçlerini kaybetmiş, sessizlikte batmamaya çalışan bir Japon balığı gibi çekingenim. Sürekli olarak kusma duygusu hissediyorum. Beynim, odaya süzülen ışığın boşluğunda kafatasımdan kopuyor. Çamaşır makinesindeki deterjan köpükleri gibi yükselen tozların hepsi üzerimde: Onları temizliyorum, yan yana diziyorum… Yeniden üzerime yapışıyorlar… Yoo, hayır! Hayır! Onları durdurmalıyım. Beni delirtmeyi başaramayacaksınız… Düşünmeliyim! Düşünmek! İşte düşünüyorum: Sizi, bu akvaryumun kristal camına burnunuzu ezerek dayamış ve beni hapsetmiş olmanın ilginçliğini izlerken görüyorum. Gösteriye bayılıyorsunuz… Direnç göstermemden korkuyorsunuz… Benim gibi olan diğerlerinin, işçilerin ve yoldaşlarımın tasarladığınız güzel dünyanızı bozmanın arayışında olduklarından korkuyorsunuz.

Göz alıcı renklere boyadığınız çürümüş ve grileşmiş dünyanızdan dışlayıp, tüm renkleri yasakladınız bana, ne gülünç!

İnsanlar hiçbir şeyin farkına varmadan tüm renkleri tüketsin diye zorladınız onları: Ahududu şurubunu çiğ kırmızıya boyadınız, kanser yaptığı kimin umurundaydı, aperatifleri yaldızlı portakal rengine. Zümrüt yeşili, krom sarısı yağlar ve reçellerin zehirli renklerini çocukların midelerine indirdiniz.

Delirmiş palyaçolar gibi boyadınız kadınlarınızı bile… Yanaklara pespembe, göz kapaklarına Cezair moru ve menekşe mavisi, dudaklara zencefil kırmızısı ve karnavalın tüm renklerinde tırnak cilaları: Altın, gümüş, yeşil, turuncu hatta kobalt mavisi bile…

Ve beni beyaza zorlayın, çünkü beynim bir sürü renkli kâğıtlar arasında paramparça oldu: Korkunuzun lunaparkının ve karnavallarının renkli kâğıtları. Evet, çok güvenli görünüyorsunuz ama büyük bir korku sizi delirtmeye ve katılaştırmaya yetiyor. Bu nedenle her yeri saran renkli neon ışıklarına gereksinim duyuyorsunuz. Ve vitrinler, sesler, gürültüler, radyo, televizyon… her yerde büyük ses dalgaları; mağazalarınızda, evlerinizde, arabalarınızda, fabrikalarınızda, kafe-barlarda, aşk yaparken yatağınızda bile.

Oysa beni bu korkunç sessizliğe mahkum ettiniz… Çünkü dünyanızın, dünyaların en iyisi olmadığına dair korkunç kuşkularınız var…

Beni bu akvaryuma kapatmanızın tek nedeni var… Hayır, sizin yaşamınızı onaylamıyorum. Hayır, sizin şeffaf giysili kadınlarınızdan biri olmak istemiyorum. Cumartesi gecesi, bir restorandaki masanızda çeşitli yabancı menülerle ve budala ama bağıran müzikle küçük gülücükler, aptal tebessümlerle baştan çıkartan bir kadın olarak sunulmayı istemiyorum. Ve o mahzun ve göz süzen ve bazen deli, öngörüsüz ve aptal ve çocuksu ve ana ve orospu ve aniden sizin hiç eksik etmediğiniz banal bir fıkraya kibarca gülümsemeye kendimi zorlayan biri olmakta [sic] istemiyorum. Ah, işte hafif bir hışırtı: Kapı açılıyor, bir gardiyan görünüyor. Ve bana sanki saydammışım ve burada yokmuşum gibi bakıyor. Hiçbir şey söylemiyor, ama elinde öğlen yemeği için getirdiği bir tabak var. Masanın üzerine bırakıp gidiyor. Kilitliyor. Yeniden sessizlik.

Dario Fo, Kadın Oyunları, çev. Füsun Demirel, Açılım Yayınları, 2003 [1978], 3. basım, s. 83-6.