Simmel, Toplumsal Tip: Yabancı

uzaklarda olmayan içerilen
bilinen, etraftaki yabancı
hep yabancı olarak gezen tüccar
en gizli sırların ifşa edilebileceği bir
figür olarak yabancı
meselelere zorunlu nesnel ve mesafeli yaklaşımı
yerleşikle kurduğu na-kişisel ilişki
benzerliklerin yakın kıldığı
benzersizlik duygusundan
insanlığın kaderini
belirlemeye geçişin gölgesi
yakınlığı ve uzaklığının yakınlığı
ve gerilimi

MEKÂNDAKİ VERİLİ HER NOKTADAN belli bir uzaklıkta olma du­rumu olarak düşünülen gezginlik, belli bir noktaya bağlılığın kavramsal zıttı ise, o zaman “yabancı” denen sosyolojik biçim bu iki özelliğin bir sentezidir adeta. (Bu da, mekân ilişkilerinin insanlar arasındaki ilişkilerin belirleyici koşulları olmakla kalmayıp, bu ilişkilerin simgesi de olduklarının bir başka göstergesidir.) Nitekim yabancı, terimin bildik anlamıyla burada sayılmaz, bugün gelip yarın giden gezgin gibi değil, bugün gelip yarın kalan adam gibidir — yani artık daha öteye gitmeyecek olsa da gelip gitme özgürlüğünü tam edinememiş potansiyel gezgin gibidir deyim yerindeyse. Belli bir mekân dairesi içinde — ya da sınırları mekânsal sınırlara benzeyen bir grup içinde— sabitlenmiştir, ama onun içindeki konumu temelde, en başta ona ait olmamasının ve ona baştan beri onun bir parçası olmayan, olamayacak nitelikler taşımasının etkisi altındadır.

Yabancı örneğinde, her insan ilişkisinin barındırdığı yakınlık-uzaklık birliği en özlü biçimde şöyle özetlenebilecek bir şekilde yapılanmıştır: Bu ilişkideki mesafe yakın olanın uzak olduğunu işaret eder, ama yabancılığı da uzak olanın yakın olduğunu işaret eder. Yabancı olma durumu şüphesiz bütünüyle olumlu bir ilişkidir; özgül bir etkileşim biçimidir. Sirius gezegeninin sakinleri bizim için tam manasıyla, en azından sosyolojideki manasıyla yabancı değillerdir. Bu bakımdan bizim için yokturlar; uzak ve yakın olmanın ötesindedirler. Yabancı, grubun kendisinin bir unsurudur, tıpkı yoksullar ve muhtelif “iç düşmanlar” gibi — gruba mensubiyeti hem onun dışında olmayı hem de onunla karşı karşıya gelmeyi içeren bir unsur.

Yabancı hakkında aşağıda sıralayacağımız önermelerin maksadı, itme ve mesafe etkenlerinin nasıl olup da bir bir-arada-olma biçimi, etkileşime dayalı bir birlik biçimi yarattığını anlatmak olacak.

Ekonomik faaliyetin bütün tarihinde yabancı her yerde devreye tüccar, tüccar da yabancı olarak girer. Kendi ihtiyaçlarını karşılamak üzere üretim yapmak genel kural olduğu ya da ürünler nispeten küçük bir daire içinde değiş tokuş edildiği sürece grup içinde bir aracıya gerek yoktur. Tüccara ancak grup dışında üretilmiş olan ürünler için ihtiyaç duyulur. Bu zorunlu ihtiyaç maddelerini satın almak üzere yabancı diyarlara giden insanlar (ki bu durumda onlar da başka bir bölgede “yabancı” tacirler konuma gelirler) olmadığı sürece, tüccarın bir yabancı olması gerekir başka birinin bu şekilde geçimini sağlaması mümkün değildir.

Yabancının bu konumu, faaliyet yerini terk etmeyip oraya yerleşirse daha da belirginleşir. Sayısız örnekte bu bile ancak bir aracı sıfatıyla ticaret yaparak yaşıyorsa mümkün olabilir. Toprağın ve el sanatlarının yerel talepleri karşılayacak şekilde paylaştırıldığı her türlü kapalı ekonomik grupla da tüccarın geçimini sağlama imkânı vardır. Zira sınırsız bileşimi ancak ticaret mümkün kılar ve ticaret sayesinde sürekli yeni alanlarda istihbarat elde edilir ve kullanılır ki hareketliliği sınırlı ve ancak çok yavaş genişletilebilecek bir müşteri çevresine bağımlı olan temel üreticinin bunu yapması çok daha zordur. Ticaret her zaman temel üretimden daha fazla insanı massedebilir. Bu yüzden de bütün ekonomik konumların çoktan işgal edilmiş olduğu bir gruba deyim yerindeyse bir fazlalık gibi giren yabancı için en uygun faaliyet ticarettir. Bunun klasik örneği Avrupalı Yahudilerin tarihidir. Yabancı doğası gereği toprak sahibi değildir — sadece fiziksel anlamda değil, metaforik olarak da, mekân içinde olmasa da en azından toplumsal ortamdaki ideal bir konum içinde sabitlenmiş hayati bir töz olarak da toprağı yoktur.

Yabancı, mahrem kişisel ilişkiler alanında birçok bakımdan çekici ve anlamlı olabilse de, ona bir yabancı gözüyle bakıldığı sürece başkalarının gözünde bir “toprak sahibi” değildir. Ticaretle ve genellikle (adeta ticaretin yüceltilmiş bir biçimi olarak) katıksız mali işlerle kısıtlı olması yabancıya o özgül hareketlilik niteliğini kazandırır. Sınırlı bir grup içindeki bu hareketlilik görüntüsü, yabancının resmi konumunu oluşturan o uzaklık-yakınlık sentezine vesile olur. Katıksız bir hareketlilik içindeki kişi yeri ve zamanı geldikçe tek tek her unsurla temasa girer ama hiçbirine yerleşik akrabalık bağları, yerel veya mesleki bağlarla organik bir biçimde bağlanmış değildir.

Bu kümelenmenin bir başka ifadesi de yabancının nesnelliğinde bulunur. Grubun belli bileşenlerine ve tarafgir eğilimlerine köklü bir biçimde bağlanmış olmadığından, bütün bunların karşısına belirgin bir biçimde “nesnel” bir tavır takınarak çıkabilir; bu tavırda sadece bir mesafenin varlığının ve onun iştirakçilerden biri olmayışının işareti değildir, uzaklık ve yakınlıktan, kayıtsızlık ve müdahil olmaktan oluşan ayrı bir yapıdır. Bu konuda, ast-üst ilişkilerini tartışırken yabancıların elde ettiği mütehakkim konumlarla ilgili olarak yaptığım analize bakılabilir; bazı İtalyan şehirlerinde görülmüş, hiçbir yerli aile çıkarlardan ve hizipçilikten azade olmadığı için yargıçları dışarıdan getirtme uygulaması bunun tipik bir örneğidir.

Nesnellik özelliğiyle bağlantılı bir fenomen de, münhasıran olmasa da çoğunlukla gelip geçici yabancıda görülür ki bu da şudur: Yabancıya, sık sık, yakın ilişki içinde olunan herkesten dikkatle gizlenen meseleler hakkında en şaşırtıcı cinsinden (bazen bir günah çıkarmayı bile andırabilen) ifşaat ve itiraflarda bulunulur. Nesnellik hiç de olaya iştirak etmeme demek değildir (öznel ve nesnel yönelimler arasındaki ayrımın bütünüyle dışında kalan bir durumdur iştirak etme). Daha ziyade olumlu ve belirli türde bir iştiraktir; tıpkı teorik bir gözlemin nesnel oluşunun, zihnin üzerine şeylerin kendi niteliklerini kazıdığı edilgin bir tabula rasa olduğu anlamına değil, kendi yasalarına göre işleyen bir zihnin bütünlüklü (bireysel ve öznel farkları yüzünden aynı nesne hakkında birbirinden çok farklı resimler üretebilecek arızi çarpıtmaları ve vurguları dışarıda bırakan şartlarda sürdürdüğü) faaliyeti olduğu anlamına geldiği gibi.

Nesnellik özgürlük olarak da tanımlanabilir. Nesnel insan, algısını, anlayışını ve verileri değerlendirme tarzını önyargılı hale getirebilecek bağlarla bağlı değildir. Yabancının yakın ilişkilerine bile adeta kuş bakışı bakıp yaşayabilmesini sağlayan bu özgürlük birçok tehlikeli olasılık içerir. Ta ilk zamanlardan beri, her türlü ayaklanma sırasında saldırılan taraf ayaklanmanın dışarıdan, yabancı elçi ve ajitatörlerden gelen bir tahrik yüzünden çıktığını iddia etmiştir. Bu bazen olsa bile, bu iddialarda yabancının oynadığı özgül rolün abartıldığı görülür: Pratik açıdan da teorik açıdan da daha özgür olandır yabancı: durumları daha az önyargıyla inceler; daha genel ve daha nesnel standartlarla değerlendirir ve eylemlerini gerçekleştirirken eli kolu âdetler, dinî kaygılar veya önceki emsallerle bağlanmaz.*

Son olarak, yabancıya nesnellik karakterini kazandıran yakınlık-uzaklık oranı, pratik ifadesini onunla kurulan ilişkinin daha soyut bir doğası olmasında da bulur. Yani, insan yabancıyla sadece belli, daha genel nitelikleri paylaşırken, organik bir bağı olan kişilerle ilişkisi tam da onları salt genel olandan ayıran özgül özelliklerin benzerliğine dayalıdır. Aslında, her türlü kişisel ilişki bu şemaya göre analiz edilebilir. Kişisel ilişkiler bireylerin (ya ilişkiyi etkileyen ya da dışında kalan) bireysel farklarına ilave olarak birbirleriyle paylaştıkları belli ortak özelliklerin varlığı tarafından belirlenmez sadece. Şöyle demek daha doğru olur: Söz konusu ortaklığın ilişki üzerinde ne tür bir etki yaratacağı esasen şuna dayanır: Bu ortaklık sadece iştirakçiler arasında mı var (dolayısıyla, ilişki içinde genel bir mahiyette olsa da, dışarıda kalan herkes karşısında özgül ve kıyaslanmaz bir mahiyette mi), yoksa iştirakçiler ortak bir özellikleri olmasının tek nedeninin, bunun bir grubun, bir tipin ya da genelde insanlığın ortak özelliği olması olduğunu mu düşünüyorlar? İkinci durumda, ortak özelliklerin etkisi, aynı özellikleri taşıyan grubun büyüklüğüyle orantılı olarak azalır. Ortaklık üyeleri birleştirecek bir temel sunar sunmasına elbette ama şubelli kişileri özgül olarak birbirine yönlendirmez. Bu kadar geniş bir çevreyle paylaşılan benzerlik herkesi akla gelebilecek başka herkesle aynı kolaylıkla birleştirebilir birbirine. Bir ilişkinin aynı anda hem yakınlığı hem uzaklığı içerebilmesinin yollarından biri de budur belli ki. Benzerlikler evrensel bir mahiyete büründüğü ölçüde, bunlara dayalı bağlantının sıcaklığına bir serinlik unsuru da karışacak, bu ilişkinin rastlantısal bir şey olduğu hissi artacaktır — bağlayıcı güçler özgül, merkezcil karakterlerini yitirmişlerdir.

Bana öyle geliyor ki bu kümelenme, yabancıyla bağlantılı olarak, söz konusu ilişkiye has bireysel unsurlar karşısında ilkesel olarak olağanüstü bir üstünlük kazanmaktadır. Onunla kendimiz arasında milliyet ve toplumsal mevki benzerlikleri, yaptığımız işten ya da genel insan doğasından gelen benzerlikler olduğunu hissettiğimiz sürece yabancı bize yakındır. Bu benzerlikler onunla bizim ötemize uzandığı, bizi birbirimize sadece başka birçok insanı da bağladığı kadar bağladığı ölçüde de uzaktır.

En mahrem ilişkiye bile bu anlamda bir yabancılık izi girer kolayca. İlk ihtiras evresinde, erotik ilişkiler her türlü genelleme düşüncesini kesinkes reddederler. Böyle bir aşk daha önce hiç var olmamıştır; sevilen kişiyle ya da o kişiye yönelik ilişkilerimizle karşılaştırılabilecek hiçbir şey yoktur. İlişkiden bu benzersizlik hissi kaybolduğu anda araya bir yabancılık girecektir (sebep olarak mı sonuç olarak mı, karar vermek zor). Bu ilişkide aslında sadece insanlığın genel kaderini gerçekleştirmekte olduğumuzu, daha önce binlerce kere yaşanmış bir deneyi yaşamış olduğumuzu ve tesadüfen bu kişiyle karşılaşmasaydık aynı anlamı başka birinin kazanacağını düşünmek, ilişkinin içsel değeri ve bizim için taşıdığı değer karşısında şüpheci bir tavrı da beraberinde getirir.

Ne kadar yakın olursa olsun her türlü ilişkide bu türden bir his görülüyordur muhtemelen, çünkü iki kişinin müştereken yaşadığı şey belki de hiçbir zaman sadece onlara ait değil, başka birçok şeyi, birçok benzerlik imkânını da içinde barındıran genel bir anlayışa aittir. Bu imkânların ne kadar azı gerçekleşirse gerçekleşsin ve bunları ara ara ne kadar sık unutursak unutalım, yine de insanlar arasına gölge gibi, her şeyi gözlerden gizleyen bir sis gibi doluşurlar; bu gölgenin de kıskançlık adını alabilmesi için katılaşıp elle tutulur bir hale gelmesi gerekir. Birçok durumda, aradaki farklardan ve anlaşılmazlıklardan kaynaklanana göre daha genel, en azından daha aşılmaz bir yabancılıktır bu belki de. Benzerlik, uyum ve yakınlığa, bunların aslında tam da bu ilişkiye özgü şeyler olmadığı, daha genel bir ilişkiden — potansiyel olarak bizi de belirsiz sayıda başkasını da içine alan ve bu yüzden de sadece içsel ve münhasır bir zorunluluk sonucu deneyimlenen o ilişki imkânını önleyen bir ilişkiden— kaynaklandığı hissinin eşlik etmesinin neden olduğu bir yabancılıktır.

Öte yanda, tam da bütün taraflara şamil genel bir nitelik temelinde kurulan bu irtibatın baştan dışarıda bırakıldığı bir tür “yabancılık” söz konusudur. Yunanlılarla barbarların ilişkisi bunun tipik bir örneğidir; salt insanlara özgü olduğu düşünülen genel karakteristiklerin başkalarına tanınmadığı bütün durumlarda da aynı şey görülür. Ama burada “yabancı” tabirinin artık pozitif bir anlamı yoktur. Onunla ilişki bir yok-ilişkidir; o burada ele aldığımız şey, yani grubun kendisinin bir üyesi olarak yabancı değildir.

Bu haliyle, yabancı aynı anda hem yakın hem uzaktır, salt evrensel insani benzerliklere dayalı bütün ilişkilerde olduğu gibi. Gelgelelim bu iki etken, yani yakınlık ile mesafe arasında özel bir gerilim ortaya çıkar, çünkü ortaklığın sadece mutlak bir genellikle sınırlı olduğunun bilinci, tam da ortak olmayan şeylere özel bir vurgu yapılması sonucunu doğurur. Bir ülkenin, şehrin, ırkın vb. yabancısı için vurgulanan şey, yine, bireysel bir şey değil, kökeninin yabancı oluşudur ki bu da başka birçok yabancıyla paylaştığı ya da paylaşabileceği bir niteliktir. Bu nedenle yabancılar aslında birey olarak değil, belli bir tipte yabancılar olarak algılanırlar. Uzaklıkları da en az yakınlıkları kadar geneldir.

Bu biçime, örneğin, ortaçağ boyunca Frankfurt ve başka yerlerde Yahudilere konan vergi gibi özel vakalarda da rastlanır. Hıristiyan yurttaşların ödedikleri vergi verili bir zaman dilimindeki servetlerine göre değişirken, tek tek bütün Yahudilerin ödeyeceği vergi önceden belirlenmişti. Bu miktar sabitti, çünkü Yahudinin toplumsal mevkii belli nesnel içeriklerin taşıyıcısı olmasıyla değil, Yahudi olmasıyla belirleniyordu. Vergiler karşısında diğer bütün yurttaşlar belli miktarda servete sahip kişiler olarak görülüyor, ödeyecekleri vergi de bu servetin dalgalanmalarına göre değişebiliyordu. Ama vergi mükellefi olarak Yahudi her şeyden önce bir Yahudiydi; dolayısıyla mali konumu da değişmez bir unsur içeriyordu. Bu da en bariz biçimde, tek tek Yahudilerin içinde bulundukları koşulların farklılığı dikkate alınmadığı (ki alındığında da sabit değerlendirmeler hep daha ağır basıyordu) ve bütün yabancılar tam tamına aynı kelle vergisini ödedikleri zaman görülür şüphesiz.

Yabancı, gruba organik olmayan bir biçimde eklenmiş olsa da, yine de grubun organik bir üyesidir. Hayatının bütünü bu unsurun özgül koşullandırmasından nasibini alır. Ama belli miktarlarda yakınlık ve uzaklıktan oluştuğunu söylemek dışında, bu konumun karakteristik bütünlüğünü nasıl adlandıracağımızı bilmiyoruz. Bu iki nitelik bütün ilişkilerde bir dereceye kadar bulunmasına rağmen, “yabancı”yla kurulan ilişkiye özgül biçimini veren şey, yakınlık ile uzaklık arasındaki özel orantı ve yine aralarındaki karşılıklı gerilimdir.

* Saldırı altındaki taraflar yalan yere böyle bir iddiada bulunuyorlarsa, bunu, daha yüksek mevkidekiler daha önce kendileriyle yakın bir dayanışma ilişkisinde olan astlarını temize çıkarmaya teşne olduklarından yapıyorlardır. İsyancıların aslında suçlu olmadıkları, sadece tahriklere kapılmış oldukları kurgusunu devreye sokarak, isyanın gerçek bir gerekçesi olduğunu inkâr ederek kendi kendilerini temize çıkarırlar.

Georg Simmel, Bireysellik ve Kültür, çev. Tuncay Birkan, Metis Yayınları, 2009 [1900’ler, 1910’lar (?)], s. 149-54.

De Certeau, Kent İçinde Yürümek (Gözetleyiciler ya da Yürüyenler)

Dünya Ticaret Merkezi’nin 110. katından Mahattan’ı seyretmek. Rüzgarla harmanlanan sisin ardındaki, bu kent-ada, denizin ortasındaki bu deniz, Wall Street’in gökdelenleriyle yükselir, Greenwich’te çukurlaşır, sonra yeniden Midtown’ın zirvelerinde yükselip, Central Park’ta sakinleşir, düzleşir ve sonunda Harlem’in ötesinde kümelenir. Dik ve düz çalkantılar, dalgalanmalar kenti. Ancak bu hareketlilik, kıpırdanma, bir bakışın altındayken durulur. Bu devasa kitle, gözlerin altında hareketsizleşir. Hırsın ve yozlaşmanın en aşırı uçlarının, ırkların ve tarzların en kesin ve en net karşıtlıklarının, dün yaratılan ve bugün çoktan çöplüğe dönen binalar ile günümüzün, uzamı dikine yarıp kenti basan yapıları arasındaki çelişkilerin içinde kaynaştıkları bir metin olarak okunmak üzere gözler önüne serilir. Roma’dan farklı olarak New York, geçmiş yaşlarıyla oynayarak yaşlanma sanatını hiçbir zaman öğrenememiştir. Bu kentin şimdiki zamanı, edinilmiş olanın fırlatıp atılması ve geleceğe meydan okunması ediminde kendini bir saatten başka bir saate her defasında yeniden bulur. Anıtsallık özelliğini fazlasıyla taşıyan abartılı ve devasa yerlerin kenti. Bir izleyici, bu kentte, havaya uçuşan bir evreni okuyabilir. Burası eskiden minyatürler ve gizemli dokular olarak tasarlanmış coincidatio oppositorum‘un (zıtların karşılaşması) mimari figürlerinin yükseldiği yerdir. Soğuk bir suyun iki okyanusa (Atlantik ve Amerika) ayırdığı, beton, çelik ve camdan oluşan bu sahnede, yerkürenin en yüksek karakterleri, hem tüketimde hem üretimde devasa bir abartı retoriği oluşturmaktadır. (1)

Bu tür bir evreni okumanın verdiği o büyük doyumu hangi bilgi erotiği sağlayabilir? Bu zevkin sonuna kadar tadını çıkarırken, insanların oluşturduğu en ölçüsüz metinleri bu biçimde “bütünüyle seyredilme”, bunlara kuşbakışı bakabilme ve bunları bir bakış altında toparlayabilme zevkinin kaynağının neresi olduğunu kendi kendime soruyorum.

Dünya Ticaret Merkezi’nin zirvesinde olmak, zirvesine yükselmek demek kentin egemenliğine yükselmek demektir. Bu kentin gövdesi, artık, ne kendisini anonim bir kurala göre çevreleyen ve sonra yeniden tersine çevreleyen sokaklar tarafından sarmalanmakta ne de bu kadar farklılığın oluşturduğu uğultunun ve trafiğin neden olduğu sinir krizi tarafından sahiplenilmektedir. Bunların oyununda oyuncu ya da oynanan bir konumunda da değildir artık. Yukarı yükselen, yüm yazar ya da izleyici kimliklerini kendinde toparlayan, harmanlayan kitlenin de dışına çıkmış olur. Bu suların üstüne yükselen İkarus, hiçbir sonu olmayan, oynak labirentleriyle Dedalus’un önüne serdiği kurnazlıkları umursamaz artık. Yükselerek gözetleyiciye dönüşür. Kendisiyle kitle arasına bir mesafe koyar. Sizi büyüleyen dolayısıyla “size sahip olan” dünyayı gözlerinizin önüne seren bir metne dönüşür. Bu yükseliş bu dünyayı okumanızı, büyük bir Göz olmanızı, Tanrı’nın gözü olmanızı sağlar. İnceleyici ve bilinirci bir itkinin yarattığı bir abartı, bir aşırılıktır bu. Gözetleyici bir noktadan başka bir şey olmamak, işte bilginin kurgusu budur.

Peki acaba daha sonra yukarıdan bakıldığında görünür olan aşağıya indiğinizde ise yeniden görünmez olan bu kalabalıkların kımıldayıp kaynaştığı o karanlık uzama tepe üstü dalmak mı gerekiyor? İkarus’un düşüşü. 110. katta, bir sfenks gibi dikilen bir afiş bin an için gözetleyiciye dönüşen yayaya bir bilmece sunmaktadır: It’s hard to be down when you’re up (Bir kere yukarıda olduğunda aşağıda olmak zordur).

Kenti seyredebilmek iradesi, kentten zevk alma araçlarının öncülüdür. Ortaçağ’daki ya da Rönesans’daki resimler, kenti, aslında hiçbir zaman var olmamış bir göz tarafından seyrediliyormuş gibi belli bir perspektiften resmederlerdi. (2) Bu resimlerde kentleri hem kuşbakışı hem de geniş bir manzara açısından görmek mümkündür. Bu kurgu, Ortaçağ’daki izleyiciyi çoktan göksel bir göz konumuna getirmişti bile. Tanrı’yı oynuyorlardı. Teknik prosedürler “her yerde olan ve her yeri gören erki” (3) düzenlediklerinden beri durum farklı bir seyir mi izlemiştir? Eskinin ressamları tarafından hayal edilen her şeyi, her yeri gören göz bugün bizim gerçekleştirdiklerimizde varlığını sürdürmektedir. Aynı inceleyici itki, bugün, eskiden sadece resmedilebilen bir ütopyayı maddileştirerek mimari üretimlerin kullanıcılarının yakasına yapışmış durumdadır. Manhattan’ın pruvası görevi gören 420 metrelik kuleyse, okurlar yaratan, karmaşık kenti okunur kılan ve bu kentin opak hareketliliğini şeffaf bir metne dönüştüren bir kurgu oluşturulmasını sağlar.

Gözlerimizin altındaki bu büyük metin dokusu, bir temsilden ya da optik bir artefakttan (yapay etki) başka bir şey olabilir mi? Bir uzam örgütleyicisinin, bir kent planlamacısının ya da bir haritacının, bir tür mesafeleme projeksiyonu aracılığıyla ürettikleri bir fac-simile olabilir mi? Kent panoroması, kuramsal (yani görsel) bir “görüntü”, kısacası, gerçekleşebilmesi için, uygulamaların unutulmasını ya da uygulamalar konusunda tam bir bilgisizliği şart koşan bir tablodur. Bu kurgunun yarattığı ve Schreber’in Tanrısı gibi sadece cesetleri bilen, tanıyan, (4) gözetleyen Tanrı, günlük tutum ve davranışların birbirinin içine giren karanlık girdi çıktılarından kendini muaf tutmalı ve bunlara yabancı kalmalıdır.

Oysa tam tersine, kentin günlük uygulayıcılarının yaşadıkları yer, görünürlüğün ortadan kalktığı eşik yani aşağısıdır (down). Bu deneyimin ilk biçimleri olarak, okuyamadıkları sadece yazdıkları bir kent “metninin” ince ve kalın harflerinin ritmine uyan bedenleriyle yürüyüşçüdürler yani Wandersämnner [sic, Wandersmänner]. Bu uygulayıcılar, birbirini göremeyen uzamlarla oynarlar; göğüs göğse sevişenlerde olduğu gibi kör bir bilgiye sahiptirler. Bu birbirine girmişlikte kesişen yollar, gövdeleri başkaları tarafından işaretlenen birer ögeden ibaret şiirler gibi okunabilirlikten uzaktırlar. Her şey sanki yaşanılan kenti düzenleyen uygulamalar bir tür körlükle tanımlanıyormuş [sic, gibi] gelişir. (5) Gelişen ve birbiriyle kesişen bu yazıların oluşturduğu ağlar, ne yazarı ne de izleyicisi ya da okuru olmayan çok yönlü bir öykü oluştururlar. Bu öykü, farklı izlek parçalarından ve farklılaşan uzamlardan meydana gelir: Temsillerle kıyaslarsak bu öykü günlük ve tanımsız bir biçimde farklı bir öyküdür.

Gözün toparlayıcı, bütünleştirici imgelemlerinden kurtulduğunuzda, günlük yaşamın yabancı, farklı bir yönüyle karşılaşırsınız. Günlük yaşamın bu yönü çok fazla yüzeye çıkmaz ya da ya da [sic] görünen yüzeyi belli bir yönde ilerlemiş bir sınır bölgesinden ibarettir, görünen yüzeyi belli bir yönde ilerlemiş bir sınır bölgesinden ibarettir, görünür olanın sınırında bulunan bir kıyı bölgesidir. Ben bu bütünde, görsel, panoptik ya da kuramsal oluşumların “geometrik” ya da “coğrafi” uzamına yabancı uygulamaları belirlemek isteğindeyim. Bu uzamın uygulamaları operasyonların özel bir biçimine (“eylem, uygulama, üretim tarzlarına”) ve “farklı uzamsallığa” (6) (uzamın, “antropolojiye ilişkin”, şiirsel ve mitik bir deneyimi) ve yaşanılan kentin opak ve kör hareketliliğine gönderme yaparlar. Böylece insan ötesi ya da eğretilemeli bir kent, planlanmış ve okunabilir kentin açık ve net metnine dahil olmuş olur.

Michel De Certeau, Gündelik Hayatın Keşfi: Eylem, Uygulama, Üretim Sanatları, çev. Lale Arslan Özcan, 2008 [1980], Dost Yayınevi, s. 185-8.

 

Enzensberger, Radikal Kaybeden | [I] Yalıtık Birey (Çeviri)

Enzensberger’in 20 Aralık 2006’da Der Spiegel’de yayınladığı, üç parçalık “Terörist Zihniyeti: Radikal Kaybeden” makalesi‘nin ilk bölümü: Yalıtık Birey.

Bu gazete makalesi nihilizm, kaybeden edebiyatı, depolitizasyon/aşırı-politizasyon kıskacı, modernite ve kent yaşamının yabancılaştırıcı yönleri vb. üzerine metinlerde rastladığım referanslardan biriydi, soyadının hatırda kalıcılığının kontrpuanıyla da olsa gerek asıl makaleye bakma merakı uyandırdı. Tamamını okuduğumda, önceden tanımadığım Enzensberger’i muhafazakar düşünceleri de olan bir liberal olarak düşlemiştim, henüz tam emin olamamakla beraber, Ayrıntı Yayınları’ndan çıktığını gördüğüm “Anarşinin Kısa Yazı” kitabı beni bir başka entelektüel mağlubiyete uğrattı. Enzensberger’in “tepeden” konumunu yer yer sinir bozucu ve bazı değerleri küçük düşürücü bulmakla beraber birçok maddi tespitinin nokta atışı, oradan doğru radikal kaybedene dönük yorumlara dair eleştirilerinin kafa açıcı olması sebebiyle, metinle daha yakın bir ilişki kurabilmek adına çevirmeye çalışmak istedim. Kesin daha önceden çevrilmiştir fakat birkaç anahtar kelimeyle yaptığım Google aramasında 6. sayfaya kadar baktım, bulamadım.

Bu tasvirlerle tanımlanabilecek, ya da metnin temsiliyet alanını aşsa da ortaklıklar olduğu yadsınmayacak bazı gerçek/kurgu örnekleri çağırdı bende: başta Foucault’nun Ben, Pierre Rivière tarihçesi, Taxi Driver ve Dog Day Afternoon’un kahramanlari, Ted Kaczynski, 1000 küsür sayfalık intihar mektubu yazan Mitchell Heisman, Freud ve Clastres’in ilkel savaşçıları…

Edit: Bu saçma şeyleri yazdıktan dört yıl sonra tekrar bu yazıyı görüp Enzensberger’i hatırladım. Şu söyleşisini (Hans Magnus Enzensberger Interview: A Closer Look) izledim. 80 yıl önce çocukken yaptıklarını hatırlıyor.

Almanya’nın en etkili savaş sonrası yazarlarından biri teröristleri oluşturan etmenleri inceliyor -kolektif bir grup tarafından içerisine alınan ve yeni bir çeşit kaybeden dönüştürülen yalıtık birey.

I. Yalıtık Birey

Kaybeden ile ilgili konuşmak zor, konuşmamak ise aptalca. Aptalca, çünkü nihai bir kazanandan söz etmek mümkün değil ve megoloman Bonaparte’dan Kalküta sokaklarındaki son dilenciye kadar hepimiz aynı kaderle karşılacağız. Zor, çünkü problemin asıl patlayıcı yanını, yani politik yanını, gözardı ederek kendini bir metafiziksel sıradanlık açıklamasıyla tatmin etmek işin kolayına kaçmak anlamına geliyor.

Kaybedenin binbir türlü yüzüne bilfiil bakmak yerine, sosyologlar istatistiklerine bağlı kalıyorlar: medyan değerleri, standart sapma, logaritmik dağılım. Nadiren kendilerinin de kaybedenler arasında olabilecekleri ihtimalini göz önüne alıyorlar. Tanımları açık bir yarayı kaşıyor; Samuel Butler’ın dediği gibi, bu kaşıma genellikle yarayı öncesine göre daha da derinleştiriyor. Bir şey kesin: insanlığın kendi yaşamını düzenleyiş biçimleri -“kapitalizm”, “mücadele”, “imparatorluk”, “küreselleşme”- yalnızca kaybedenlerin sayısının günden güne artmasına değil, onlar arasında daha büyük ölçüde bir parçalanmaya sebep oluyor. Kaybeden kaderini kabullenip teslim olabilir; kurban bir tatmin talep edebilir; yenilen bir sonraki tur için hazırlanmaya başlayabilir. Ama radikal kaybeden kendini tecrit eder, görünmez olur, kendi sanrısını korur, enerjisini saklar ve kendi zamanının gelmesini bekler.

Kendilerini nesnel, maddi kriterlerle tatmin edenler, ekonomistlerin indisleri ve deneycilerin çarpıcı bulguları, radikal kaybedenin asıl dramına dair anlamlı hiçbir şey söyleyemeyecekler. Başkalarının onun hakkında düşündükleri -rakipleri veya kardeşleri, uzmanlar veya komşular, okul arkadaşları, patronlar, arkadaşlar ya da hasımlar- yeterli bir motivasyon değil. Radikal kaybedenin kendisi aktif rol almalı, kendini ifade etmeli: Ben bir kaybedenim ve kaybedenden başka bir şey değilim. Kendini buna ikna etmediği sürece, hayat ona kötü davranabilir, yoksul ve güçsüz olabilir, acıyı ve yenilmeyi tadabilir, ama kendisini kazananlar olarak görenlerin yargısını kendisininmişçesine kabullenene kadar radikal bir kaybeden olmaz.

Hiç kimse zorunda olmadıkça radikal kaybedene aldırış etmez. Bu his ise karşılıklıdır. Yalnız olduğu sürece -ki çoğunlukla epey yalnızdır- yola koyulmaz. Kendi hâlinde görünür, sessizdir -uykudadır. Ama kendine dikkat çektiğinde ve istatistiklere girdiğinde, şok edici bir dehşet uyandırır. Varoluşu, diğerlerine onun olduğu noktaya gelmek için ne kadar az bir mesafeleri olduğunu hatırlatır. Belki de tam vazgeçmek üzereyken birisi ona yardım etmiştir. Ama buna iştirak etme amacıyla değil, zaten bu işin bir parçası olarak, işbirlikçi olarak, da görünmez yaptıkları. Birçok meslek için kaydeden bir araştırma nesnesi, bir varoluş sebebi anlamına gelir. Kendilerini kaybedenlerin arasında görmeyen sosyal psikologlar, sosyal hizmet görevlileri, sosyal politika uzmanları, suçbilimciler, terapistler ve diğerleri o olmasa işsiz kalırlar. Ama en iyi ihtimalle, müşterileri onlar için müphemdir: empatileri açıkça tanımlanmış profesyonel sınırları bilir. Bildikleri şey, radikal kaybedenin ulaşılması zor olduğu, ve nihayetinde, tahmin edilemez olduğudur. Ofislerinden geçen yüzlercesinin arasında yolun sonuna kadar gitmeye hazır olan o kişiyi teşhis etmek yapabileceklerinin ötesindedir. Belki bunun bürokratik niyetlerle telafi edilebilir bir sosyal mesele olmadığını duyumsarlar. Bu sırada kaybeden, alttan alta, kendi işinde gücündedir [keep his own counsel]. Belanın peşindedir. Sessiz kalır ve bekler. Hiçbir şey belli etmez. Korktuğu tam da budur. Tarihsel anlamda, bu korku oldukça eskidir, ama bugün her zaman olduğundan daha haklıdır. Toplumda bir nebze gücü olan birisi ara sıra radikal kaybedende olan ve etkisizleştirilemeyecek o devasa yok edici enerji hissini duyar, ona ne kadar anlamlı veya ciddi gelse de.

Her an infilak edebilir. Sorununa dair hayal ettiği tek çözüm bu olabilir: acı çektiği zalim koşulların daha kötü hâle getirilmesi. Gazeteler her hafta onunla ilgili hikâyeler anlatırlar: iki çocuk babası, karısını, küçük çocuğunu ve sonunda kendini öldürdü. Akıl almaz! Yerel haberlerde bir başlık: Bir Aile Trajedisi. Ya da apartmanda barikat kuran bir adam, ondan para isteyen ev sahibini rehin almış. Sonunda polis olay mahaline geldiğinde, ateş etmeye başlıyor. Sonrasında adamın “cinnet” (amok) geçirdiği söyleniyor, kelimenin orijinal Malayca anlamıyla. Kurşun yağmurunda yere yığılmadan önce bir polisi öldürüyor. Bu patlamayı neyin tetiklediği belirsiz kalıyor. Belki karısının dırdırları, gürültücü komşular, bardaki bir tartışma ya da kredi başvurusunu iptal eden bir banka. Üstlerinden gelen küçük düşürücü bir ifade bu adamın bir kuleye tırmanıp süpermarketin önünde hareket eden her şeye ateş açması için yeterli, bu katliamın onun da ölümüne sebep olacak olmasına rağmen değil tam da bu yüzden. Hafif makineli tüfeği nasıl oldu da buldu? Nihayet, bu radikal kaybeden, -akneleri yüzünden zorluk çeken on beş yaşında birisi olabilir-, nihayet, yaşamın ve ölümün efendisidir. Haber spikerinin sözleriyle, “kendini öldürmüştür” [dies at his own hands] ve araştırmacılar işe koyulmuşlardır. Birkaç video, kafası karışık birkaç günlük girdisi bulurlar. Ebeveynleri, komşuları, öğretmenleri olağandışı hiçbir şey fark etmemiştir. Birkaç başarısız ders notu, elbette, muhakkak suskunluk -çocuk pek konuşmazdı… Fakat bu bir düzine okul arkadaşını öldürmek için bir sebep olamaz. Uzmanlar kararlarını açıklarlar. Kültür eleştirmenleri argümanlarını ortaya koyarlar. Kaçınılmaz olarak, “değerler üzerine tartışmak”tan bahsederler. Sebep arayışlarından bir şey çıkmaz. Politikacılar kederlerini iletirler. Vakanın münferit olduğuna dair bir sonuca ulaşılır.

Burası doğrudur, hükümlüler daima kolektiflere erişimi olmayan yalıtık bireylerdir. Ve de yanlıştır, çünkü bu münferit vakalar gittikçe daha olağanlaşmaktadır. Bu artış, çok daha fazla radikal kaybeden olduğu sonucuna götürür. “Gelinen nokta” denilen şey budur. Bu nokta dünya pazarına, sınavların düzenleniş biçimlerine ya da ödeme yapmayan sigorta şirketlerine havale edilebilir.

Fakat radikal kaybedeni anlamak isteyen kişiye biraz geriye doğru gitmesi öğütlenebilir. İlerleme, insanların ıstırabını sonlandırmadı ama onu derinden değiştirdi. Son iki yüzyıl boyunca, daha başarılı toplumlar yeni haklar, yeni beklentiler ve yeni talepler için mücadele verdi ve bunları tesis etti. Kaçınılmaz kader nosyonunu tasfiye etti. İnsan onuru ve insan hakları gibi kavramları gündeme aldı. Tanınma için mücadeleyi demokratikleştirdi ve yerine getiremediği eşitlik beklentileri uyandırdı. Aynı zamanda, gezegenin tüm sakinlerine, saat başı ve her televizyon kanalında, eşitsizliğin sürekli olarak yayınlanmasını sağladı. Sonuç olarak, ilerlemenin tüm evrelerinde, insanların hayal kırıklığı kapasiteleri de bunlarla birlikte arttı.

Felsefeci Odo Marquard “Kültürel ilerlemenin gerçekten başarılı olduğu ve sorunların çözüldüğü bir noktada, bu gelişme nadiren coşkuyla karşılanmaktadır,” der: “Onun yerine, bunlar verili kabul edilir ve dikkat süregelen sorunlara yoğunlaşır. Bu süregelen sorunlar daha çok kızgınlık uyandırır. Olumsuz unsurlar gerçeklikten kayboldukça, daha göze batar hâle gelirler, özellikle de sayıları azaldığı için.”

Bu yetersiz kalan bir ifadedir. Çünkü söz konusu olan basit bir kızgınlık değil, öldürücü bir öfkedir. Kaybedenin takıntılı olduğu karşılaştırmalar asla ve asla onun lehine sonuçlanmaz. Tanınma arzusu sınır tanımadığından, acı eşiği kaçınılmaz olarak dibe batar ve küçük düşmeler gittikçe daha dayanılmaz hâle gelir. Kaybedenin asabiyeti ötekilerin payına düşen her ilerlemede artar. Ölçüt asla ondan daha kötü durumda olanlar değildir. Onun gözlerinde, sürekli olarak hor görülen, aşağılanan ve küçük düşürülen onlar değil, sadece kendisi, radikal kaybedendir.

Bunun neden bu şekilde olduğu sorusu ise çektiği eziyetlere tuz basar. Çünkü bu kesinlikle kendi suçu olamaz. Öylesi tasavvur olunamaz. Bu yüzden kendi kötü durumundan sorumlu olan suçluları bulmak zorundadır.

Peki ama bu gücü her şeye yeten, isimsiz mütecavizler kimlerdir? Yalnızca kendi yetenekleriyle idare etmek zorunda kalmış biri olarak, bu rahat bırakmayan soru yalıtık bireyi aşar. Herhangi bir ideolojik program yardımına koşmazsa, arayışının daha geniş toplumsal bağlama eklemlenmesi güçtür, etrafındaki birincil muhite ve bulgulara bakar: adaletsiz patron, başa çıkılmaz eş, kötü komşu, arkasından dolap çeviren iş arkadaşı, esnek davranmayan kamu görevlisi, sağlık raporu vermeyi reddeden doktor.

Fakat aynı zamanda da görünmez, anonim bir çeşit düşmanın çevirdiği dolaplarla karşı karşıya olamaz mı? Bu durumda kaybedenin kendi deneyimine güvenmesine gerek kalmaz: bir yerlerde duyduğu şeylere müracaat edebilir. Az sayıda insan kendi gereksinimleriyle örtüşen sanrılar icat etme yeteneğine sahiptir. Sonuç olarak, kaybeden de genelde toplumda serbestçe gezinen malzemelere bağlı kalacaktır. Olağan şüpheliler, yabancılar, gizli servisler, komünistler, Amerikalılar, büyük şirketler, politikacılar, inançsızlar… Ve de, neredeyse her zaman, Yahudiler…

Bu çeşit bir sanrı, bir süreliğine, kaybedene rahatlık verebilir ama onu kesinkes yatıştırmaya yetmez. Uzun vadede, birinin hasmane dünyanın karşısında kendini göstermesi zordur, o da kendini daha basit bir açıklamanın olabileceği şüphesinden tamamen kurtaramaz, yani kendisinin sorumlu olduğundan, aşağılamanın kendi suçu olduğundan, özlem duyduğu itibarı hak etmediğinden, kendi hayatının değersiz olduğundan… Psikologlar bu ıstıraba “saldırganıyla özdeşleşme” [identifying with the aggessor] adını verir. Peki bunun anlamı nedir? Kaybeden için şüphesiz bir anlamı yoktur. Ama eğer kendi hayatı anlamsızsa, neden başkalarının hayatını önemsemesi gereksin ki?

“Bu benim hatam.” “Sorumlusu, diğerleri.” Bu iki sav birbirini dışlamaz. Aksine, birbirini pekiştirir. Radikal kaybeden bu kısırdöngüden çıkacak yolu bulamaz, bu da onun dehşet verici gücünü tesis eder.

İkilemden çıkmanın tek yolu yıkım ile öz-yıkımı, saldırıyla kendine saldırıyı birbiri içinde eritmektir. Bir taraftan, infilak anında, kaybeden bir anlığına gerçek güç duygusunu deneyimler. Eylemi, diğerlerini imha ederek onlar üzerinde zafer kazanmasını sağlar. Diğer taraftan, bu güç duygusunun öte yanına, kendi varoluşunun anlamsız olabileceğine dair kuşkuya, ona son vererek, adilce davranmış olur.

İlaveten bir ödül olarak, silahlı güçten, ondan hiçbir şey duymak istemeyen dış dünyadan yararlanmasıyla, dikkatleri üzerine çeker. Medya onun muazzam derecede ünlenmesine izin verilmesini garanti eder- sadece 24 saat sürse bile. Televizyon eyleminin propagandasını yayar, bu sayede olası taklitçileri cesaretlendirir. Ergenler için, özel olarak Birleşik Devletler’deki olayların gösterdiği üzere, bunun temsil ettiği baştan çıkarıcılığa karşı koymak güçtür.

Radikal kaybedenin mantığı sağduyu ile kavranamaz. Sağduyu, kendini koruma dürtüsüne doğanın bir kaidesiymişçesine atıfta bulunur, onu verili kabul eder. Oysa aslında, bu kırılgan bir düşüncedir, tarihsel anlamda oldukça yenidir. Kendini-koruma [self-preservation] fikrine Yunanlılar, Hobbes ve Spinoza değinir, ama bunu doğal bir dürtü olarak değerlendirmezler. Onun yerine, Immanuel Kant’a göre, “İnsanoğlunun bir hayvani varlık olarak olarak kendisine […] birincil görevi, hayvani doğasında kendisini muhafaza etmektir.” Bu görev ancak on dokuzuncu yüzyılda doğa bilimlerinin bozulamaz vakıası hâline gelmiştir. Pek azı bu görüşten sapmışlardır. Nietzsche fizyologların “organik varlığın kendini koruma dürtüsünü başlıca dürtü olarak belirlemeden önce iki kere düşünmesi” gerektiğini söyleyerek buna karşı çıkmıştır. Ama daima hayatta kalmayı öncelikli olarak tercih edenlerin arasında, onun sözlerine hep kulak tıkanmıştır.

Düşünce tarihi bir yana, insanlık da bireysel yaşama yüce bir iyilik olarak yaklaşılmasını asla beklememiştir. Bütün erken dinler insanın kurban edilmesini önemsemiştir. Sonra, şehitlere büyük değerler biçilmiştir. (Blaise Pascal’ın ölümcül şiarına göre, “yalnızca ölüme gitmeye hazır olan tanıkların tarihlerine inanılmalıdır.”) Çoğu kültürde, kahramanlar ölümün karşısındaki korkusuzluklarıyla ün ve şeref kazandılar. I. Dünya Savaşı’nın kitle kıyımına kadar, lise öğrencileri, vatanı için ölmenin tatlı ve onurlu olduğu uyarınca, Horace’ın [Horatius] kötü şöhretli [notorious] dizelerini öğrenmek zorundaydılar. Diğerleri için, denizlere açılmak hayatta kalmaktan daha öncelikliydi. Soğuk savaş sırasında, “Kızıl olmaktansa ölü olmak daha iyi!” diyenler vardı. Peki ya mükemmelen sivil koşullarda, ip cambazları, tehlikeli sporlar, motor yarışları, kutup keşifleri ve olası intiharların diğer formları hakkında neler düşünüyoruz?

Şüphesiz, kendini koruma içgüdüsü pek de iyi bir şey değil. İnsan türünün intihara dikkate değer düşkünlüğü, çağlar ve kültürler boyunca, buna yeterli bir kanıt sunuyor. İnsanları kendi hayatlarını almaktan herhangi bir tabu veya cezalandırma tehdidi alıkoyamadı. Eğilimin niceliği ölçülemiyor. İstatistiğin araçlarıyla bunu kavramaya dair herhangi bir çaba kayıt dışı vakaların çokluğu sebebiyle başarısız oluyor.

Sigmund Freud problemi teorik olarak, ya da stabil olmayan empirik bir temelde, ölüm dürtüsü kavramını geliştirerek çözmeyi denedi. Freud’un hipotezi, belli durumlarda, korkunç bir sonun bitmek bilmez bir dehşete yeğlenebilir olduğuna dair zamana meydan okuyan bir nosyonla mefhumla daha net ifade edilebilir -gerçek de olsa hayali de olsa.

 

Baudrillard, Anlamın Zedelenmesi

İster politik, ister eğitici, isterse kültürel içerikli olsun sonuçta niyet anlam ileterek kitleleri anlamın egemenliği altında tutmaktır. Yani, kendini haberin sürekli ahlaksallaştırılması zorunluluğu biçiminde dışavuran anlam üretimi zorunluluğu. Daha iyi haber verebilmek için, daha iyi toplumsallaştırmak için, kitlelerin kültürel düzeylerini yükseltmeye çalışmak için vb. vb. Hepsi palavra. Çünkü kitleler bu akılcı iletişim zorlamasına insanı aptallaştıracak bir biçimde karşı koymaktadırlar. Onlar anlam yerine gösteri istemektedirler. Hiçbir çaba onları içeriklerin ya da kodun ciddiyetine inandırmada yeterince kandırıcı olamamıştır. Gösterge isteyen insanlara mesaj verilmeye çalışılmaktadır. Oysa onlar içinde bir gösteri olması koşuluylu tüm içeriklere tapmaktadırlar. Yadsıdıkları şey anlamın “diyalektiğidir”. Onların aldatılıp kandırıldığını ileri sürmek de boşuna uğraşmaktır. Bu iki yüzlü varsayım anlam üreticilerinin entelektüel bir rahatlığa kavuşmak için ileri sürdükleri bir varsayımdır. Kitleler sözüm ona aklın doğal ışıklarını kendiliklerinden yutacaklarmış! Oysa, kitleler, tam tersine kendilerine verilen anlam ültimatomuna karşı gösteri istediklerini belirtirken tam anlamıyla özgürdürler. Çünkü anlamın bu saydamlığından ve bu politik iradeden, ölümden çekindikleri kadar çekinmektedirler. Anlamın gerisinde yatan ideal hegemonyanın işleri basitleştiren şiddetinin kokusunu almaktadırlar. Kendi anlayışları doğrultusunda, bütün sistemleri tek ve temelsiz irrasyonel bir boyuta, göstergelerin anlamını yitirdiği ve büyünün başladığı, bir noktaya, yani görülene indirgeyerek, ona karşı gelmektedirler.

Burada söz konusu edilen şeyin yutturmaca olmadığını bir kez daha belirtelim. Çünkü söz konusu olan şey, kitlelerin istekleridir. Anında ve olumlu bir şekilde oluşturdukları stratejidir -kültürün, bilginin, gücün, yoplumsalın emilip yok edilmesi işi. Bu, günümüzde bütün boyutlarıyla ortaya çıkan çok eski bir çalışma biçimidir. Daha önceden bilinen bütün senaryoları altüst olmaya zorlayan derin bir karşıtlık. Anlam artık toplumlarımızı sürükleyip götüren ideal çizgi olmaktan çıkmıştır. Anlamdan kaçabilen artıklar da elbet bir gün özümseneceklerdir. Günümüzdeyse anlam tam tersine karmaşık ve herhangi bir uzantısı olmayan bir olaya dönüşmüştür. Belli bir zaman diliminde (Tarih, iktidar, vs) üç boyutlu, ideal bir uzam oyunudur. Temelde bu olaylar bizim “toplumlarımızın” yalnızca uzamda kalan küçücük bir bölümünü ilgilendirmiştir. Bu olay bireyler için de geçerlidir. Bizler ikinci derecede anlam taşıyıcılarız. Temelde çoğu kez anlamın önünden ya da arkasından giderek, geçici bir paniğe kapılan derinlerdeki kitle biziz.

Bu ters varsayımsa her şeyi değiştirmektedir. Sessiz edilginlikler folkloruna ait olan anlamı aşağılayan binlerce örnek vardır.

Klaus Croissant adlı avukatın Fransa’dan sınırdışı edildiği gece, Fransa’nın Dünya Kupası’na katılmak için oynadığı eleme maçını naklen yayımlayan televizyon örneğini alabiliriz. “Santé” Hapishanesi’nin önünde gösteri yapan birkaç yüz kişi. Gece yarısı koşuşan vir avukat ve geceyi ekran başında geçiren yirmi milyon insan. Fransa kazandığında atılan sevinç çığlıkları. Aydın beyinlerin bu aptallaştırıcı vurdumduymazlık karşısında duydukları utanç ve şaşkınlık. Le Monde gazetesi: “Saat 21.00. Alman avukat, Santé Hapishanesi’nden alındı. Birkaç dakika sonra Rocheteau ilk golü atacak.” Bir utanç melodramı (1). Yalnızca her zamanki gibi tek bir neden gösterilir: Kitleler iktidar tarafından güdümlenmiş, futbolla uyutulmuştur. Zaten böyle bir vurdumduymazlığın olmaması gerekir, dolayısıyla bunun üzerinde düşünmeye değmez. Zaten olmaması gereken bu vurdumduymazlığın bize söyleyebileceği bir şey yoktur. Bir başka deyişle “sessiz yığın” kendiliğinden vurdumduymaz olamaz. Çünkü ona vurdumduymaz olma hakkı ve yetkisi verilmemiştir. Çünkü bu vurdumduymazlık kendisine ancak iktidar tarafından bahşedilebilir.

Bu yorumlamanın gerisindeyse ne müthiş bir aşağılama yatıyor! Aldatıldıklarına göre, kitlelerin, kendilerine özgü davranışları olamaz. Onlara zaman zaman içlerinden gelen devrimci bir “arzunun rasyonelliği” bahşedilebilir. Bütün bunlara evet de, Tanrı bizi yine onların sessizliklerinden ve tepkisizliklerinden korusun. Oysa asıl yapılması gereken, bu duyarsızlığı bir tür büyüye, insanları devrimci yeteneklerinden saptıran sihirli bir yabancılaşmaya bağlamak yerine onu tüm olumlu vahşiliği içinde çözümlemektir.

Zaten bu büyülü yabancılaşma, nasıl oluyor da kitleleri devrimci yoldan ayırabiliyor? Bir yığın devrimden, birkaç asırlık politik deneyimden, gazetelerin, sendikaların, partilerin, aydınların halkı harekete geçirmek ve eğitmek için harcadığı tüm çabalardan sonra (bundan on ya da yirmi yıl sonra da değişen bir şey olmayacaktır), nasıl olur da gösteri yapan birkaç yüz kişiye karşılık tam yirmi milyon insan “edilgin” kalır? Üstelik yalnızca edilgin kalmaz, bir futbol maçını bilerek, isteyerek politik ve insancıl bir drama yeğler? Yapılması gereken, bu soruyu sormaktır. Yapılan çözümlemelerin bu gözlem tarafından etkilenmemesi çok ilginç. Bütün çözümlemeler yalnızca iktidarın güdümlemeyi bütün gücüyle elinde tuttuğunu, öte yanda ise anlaşılmaz bir şekilde komaya girmiş bitkin bir kitle olduğunu ileri öne sürüyor. Gerçekteyse bunların hiçbiri doğru değildir. Her iki bakış açısı da yanlıştır. Çünkü iktidar gerçekte kimseyi güdümleyememektedir. Kitlelerse ne yollarını şaşırmışlar ne de gülünç duruma düşmüşlerdir. İktidar, sorumluluğu futbol maçının üstüne bu kadar kolay bir şekilde yıkabildiği için mutludur. Kitleleri futbol maçıyla uyutma sorumluluğunu seve seve yüklenmektedir. Çünkü bu düşünce kendisini rahatlatmakta ve iktidar olduğuna inanmasını sağlamaktadır. Böylelikle kitlelerin duyarsızlığının, gerçekte onların tek, gerçek yaşam deneyimi olduğu gibi rahatsız edici bir düşünceyi, kitlelerin kendilerine sunulan parlak idealleri kolektif bir şekilde reddederek misilleme yaptığı vahşice karşı koyduğu saptamasını gözardı edebilmektedir.

Oysa kitleleri ilgilendiren en önemli sorun bu değildir. Unutulmaması gereken bir şey varsa o da bugüne kadar her gürlü devrim umudunun, toplumsallaşma ve toplumsal değişim umudunun bu biçimleri bozma, bu fantastik yadsıma aracılığıyla var olduğudur. Bunun anlayabilmek için ise Freud’un yaptığı gibi ruhsal (2) adlı şu kalıntıyı, şu kör kabuğu, şu anlam artığını, şu çözümlenmemiş ve belki de çözümlenemeyecek olanı (politik evrenin şu Kopernik’e özgü bir şekilde bugüne kadar altüst edilmemiş olmasının bir nedeni olmalı -çünkü bu değişim bütün politik düzenin altüst olmasını öngörmektedir) yeni baştan ele alıp incelemek belki de en iyi çözüm yoludur.

(1) Aşırı solun sessiz yığın konusundaki hayal kırıklığı ve “akıllı” soğukkanlılığı da bu utançla aynı kategoriye girmektedir. Örneğin …: “Dünya sessiz yığının umurunda bile değil. Yeter ki akşam terliklerini giyip çenesini açabilsin. Hiç merak etmeyin sessiz yığın çenesini kapatmışsa, onun dediği olur. İyi yaşar, iyi yer ve yeterince çalışır. …. istediği ise babalık ve yeterince korunmadır. Ancak babalık ve koruma alışılmış dozun miktrarını aşmamalıdır.
(2) Çözümleme açısından Freud’la benzerliğimiz ruhsal sözcüğünde sona ermektedir. Çünkü onun düşünce eylemi gizleme (refoulement) ve bilinçaltı (inconscient) varsayımıyla noktalanmaktadır. Bu sonuncular anlam üretimi ve anlamın bölümlenmesinde (partition) arzunun ve bilinçaltının yeniden toplumsallaştırılmalarını da kapsamları içine almaktadır. Özgürleşme yerine gizlemeye yol açan ve ılımlı arzu senaryosunun içine giren ve anlamın kaçınılmaz bir şekilde yeniden yorumlandığı tek kişilik senfoni. Sonuçta arzunun özgürleştirilmesi kolaylıkla politik devrimin yerini aldığında anlam çatlağını genişleteceğine kapatacaktır. Oysa söz konusu olan şey libidinal ekonomi terimleriyle kitlelerin yeniden yorumlanması değildir. Birinçi süreçteki (bilinçaltı) gizleme ya da ölüm itkisiyle beslenerek gizli bir iktidar ve baskı arzusuna göndermesidir (ve gizli bir bilinçaltı yapısına sahip oldukları sanılan kitlelerin tutuculuktarı ve faşistliklerinden söz edilebilmektedir). Bugün çökmekte olan Marksist çözümlemenin karşısına çıkartılabilen tek seçenek psikanalizdir. Gerçekteyse bu seçenek bir kez daha yeniden allanıp pullanmış olan değişmez seçenektir. Bir zamanlar kitlelere cinsel esirliğin zorunlu kıldığı devrimci bir gelecek (Reich) satılmaktaydı. Bugün ise aynı kitlelere bir yabancılaşma ya da esirleşme arzusu ya da gücül özgürleşme arzusu kadar anlaşılmaz olan bir tür günlük mikrofaşizm satılmaktadır. Oysa ortada ne faşizm, ne iktidar, ne de bir devrim arzusu vardır. Bilinçaltı son umuttur. Çünkü kitlelerin bilinçaltı bir dayanak olarak gösterilerek, anlamın ortağı gibi yeniden işlenecektir. Her yerde arzuya yeni anlamlar yüklenmeye çalışılmaktadır. Arzu, politik umutsuzluğun son gönderenler sistemidir. Arzu stratejisi ise şirketlerin pazarlama politikalarında iyice işlendikten sonra bugün kitlelerin devrimci gelişmesine devredilmiştir.

Jean Baudrillard, Sessiz Yığınların Gölgesinde ya da Toplumsalın Sonu, çev. Oğuz Adanır, 1991 [1978], s. 12-6.

Baker, Gündelik Hayatın İmajları (Simmel, Benjamin, Vertov)

Her sosyoloji, bir zamanlar bir toplumsal tip tanımlanırken o tipin toplumsal çevresinin önem taşıması anlamında, gündelik hayatın sosyolojisidir. Bir sosyolog geçmişi incelemeye kalkıştığında, gündelik hayatla bağı olan bir moment halen mevcuttur. Gündelik hayata ne kadar çok nüfuz edilirse, yapılan çalışma tarihsel olmak yerine o kadar çok “sosyolojik” olacaktır. Duygu doğuran imajların Simmel’e özgü kavranılışının canlılığı ve derinliğinin benzeri görülmemiştir; bununla birlikte onu, moderniteyi yine imajlar ve ayrıntıların görünüşü olarak anlayan projesiyle Walter Benjamin gibi başka bir figür izlemiştir. Gündelik hayatın nesnelerini felsefe alanına taşımaya olan ilgisi Marksizme dönüşünden sonra da onun yöntemini anlamanın anahtarıdır. Onun hakkında Ernst Bloch şöyle yazar:

Benjamin, Lukács’da eksik olan çok olağanüstü bir niteliğe sahipti. Özellikle bir kenara itilmiş duran önemli ayrıntıları, düşünceyi ve dünyayı zorla açan yeni bir unsuru, önceden düşünülmüş bir amaca uymayan alışılmadık ve şeması olmaksızın ayrı duran bir tekilliği görebilen benzersiz bir göze sahipti ve bunun sonucu olarak da içsel olana dönük tamamıyla hususi bir dikkat edinmiştir (Ernst Bloch, 1997: 17).

Böylesi bir içsellik Benjamin’in sadece toplumsal tiplere değil, aynı zamanda fotoğraf ve kitle kültürünün konuları gibi şeylere de referans vererek gündelik hayatın ayrıntılarını yakalama yeteneğinin arka cephesini oluşturur. Üstelik bu Benjamin’in modern imajların etkisini, onların “mikroskopik” işleyişini ve çok yönlülüğünü kavramsallaştırma tarzıdır:

Şey … evrensel bir özün basit bir enstantanesi gibi ele alınmamalıdır; bunun yerine, düşünce bir takım direngen özgül kavramları sağa sola yaymak zorundadır, öyle ki Kübist stilde nesnenin ışınları sayısız yönde kırılmalı ya da nesneye yaygın açılı bir kapsamdan nüfuz etmelidir. Bu yolla, mikroskopik bakışın gündelik olandan dikkate değer olana doğru uzaklaşması gibi, fenomenal alanın (phenomenal sphere) kendisi bir tür numenal hakikat (noumenal truth) üretmeye izin verir (Eagleton, 1990: 328).

Bir imaj kesinlikle tek yönlü değildir: basit bir “yüzeye” indirgenemez, buna rağmen biz ondaki bütün yayılımları, örüntüleri ve boyutları kavramak zorundayız. Bizler “seçici” varlıklar olmamıza rağmen, bir imaj bize asla bütün cephelerini ve ilişkilerini göstermediğinden seçimimizi “aktif” şekilde yapmak zorundayızdır (bu ilk başta önemli ölçüde bir algı meselesidir), ve buna bağlı olarak, Walter Benjamin’in çok derin gözleminde örneklendirdiği üzere, imajlar inceden inceye “fikirler” olmaya yönelirler:

Takımyıldızlar yıldızlar için neyse fikirler de nesneler için odur. Bu, ilk elde, onların ne kavramlar ne de yasalar oldukları anlamına gelir. Fenomenleri birarada gruplandırmak kavramların işlevidir, diğer taraftan aklın ayırt edici gücüne şükürler olsun ki, fenomenleri içlerinde ayırması çok daha fazla önemli olup bununla bir taşla iki kuş vurur: fenomenlerin dağınık algılanmaktan kurtarılması ve fikirlerin temsil edilebilir olması sağlanır (Benjamin, 1977: 34).

Metaforlar dünyanın biricikliğini (oneness) şiirsel olarak meydana getiren araçlardır. Benjamin’i anlamaktaki en zor şey, şair olmadığı halde şairane düşünmesi, bunun sonucu olarak metaforu dilin en büyük armağanı gibi kabul etmesidir (Arendt, 1982: 164), öyle ki, kalıntılar nesneler için neyse alegori de dil için odur (Benjamin, 1977: 178 vd.). Hafızayı güçlü kılar ve içinde verili ortamın aşılmasının mümkün olacağı “ufku” yaratır.

Alegori her zaman, Özne-nesne mesafesinin belirli bir açıdan reddedildiği (aufgehoben), nesnel-dünyanın kendi anlamı dahilinde dönüştürüldüğü, belirli bir özne vasıtasıyla işlenmiş bulunan bir semptomdur… Bundan ötürü, onu sadece dilin esasının derinliklerinde yatan bir ihtimal olarak teşhis edebildiğimiz zaman alegorinin özüne yaklaşırız (Benjamin, 1977: 77).

Bütün bunlar yalnızca imaj figürleri veya bir tahayyül edimi sayesinde türetilebilecek figürler değildirler, tersine, aynı zamanda “yüksek sanatlar” alanına ait olan en edebi, anlambilimsel ve dilbilimsel fenomenleri sıradan hayatlarımız içinde tattığımız vasıtalardır. En “popüler” sanatlar, fotoğraf ve özellikle sinema bile; teknik boyutları ve örgütlenişleri, çoğunlukla gelenek, habitus, öznellik ve maharete dayalı geleneksel sanatsal araçlar ve tekniklerden çok uzak olan “yüksek sanatlar” modelinde yapılandırılmak zorundadırlar.

Popüler sanatların figüratif öğeleri aynı zamanda “yüksek sanat” denilen şeyin geleneksel klişelerine ait olmakla birlikte, Eisenstein sinemanın köklerini önemli ölçüde melodrama dayandırmaktaydı: en çarpıcı ve evrensel tarihî anlardan birini gösteren Potemkin gibi bir film bile “melodramatik bir stile” uyarlanmıştı (Eisenstein, 1991: 182). Potemkin‘in melodram olması sinematografinin dramatik kullanımına karşı çıkan Dziga Vertov’un da fikriydi: sinemadaki en dikkate değer polemiklerden biri, Lenin’in, “profesyonel” bir aktör olmadığı halde sinemada “aktöre” dönüştürülmüş olan bir “işçi” tarafından temsil edildiği Eisenstein’ın October [Ekim] filmi yüzünden meydana gelmiştir. Oysa Vertov, böylesi bir dramatik öğeyi bertaraf edecek, Lenin’e ait birçok gerçek film parçacığı olduğunu hatırlatır. Sovyetler Birliği’nde başlangıçta mevcut olan bu tartışma -sadece sinemayla değil, aynı zamanda, tartışmaya diğerlerinin yanı sıra Mayakovski, Meyerhold ve Sklovsky’de müdahale ettiğinden, farklı bakış açılarından, Bolşevik, avangard edebiyat ve şiirle de ilgiliydi- sinematografik sanata, “yedinci” sanata dair en büyük soruşturmaydı. Bu, gündelik hayatın gerçekliğinin imajları (belgesel) ile dramatize edilmiş gerçekliğin (kurgusal-film) dramatik simülakrı arasındaki nihaî ayrımdır.

İmajın, “gündelik hayat” dediğimiz şeye ait olması zorunlu değildir. Bir monarkın, bir çocuğun doğumunun yahut gene ani bir ölümün sıradan imajları olabilir. Bütün bunlar gündelik hayata aittirler, ama artık alışıldık ya da sıradan değildirler. Jinekolog açısından çocuk doğumu hastanenin gündelik hayatının bir parçası olsa da aile açısından öyle değildir. Sinema bütün bu değişkeleri ve bakış açılarının değişme derecelerini dikkate almak zorundadır. Bu “hususi” anların “olağanüstü” olması da gerekmez, zira alışıldık, sıradan olanların içinde bunlar alışılmadık anlardır. Metaforlar ve alegorilerin yine de gündelik hayatın görünümünün parçası oldukları Benjamin tarafından vurgulanmıştır. Vertov’un “hayatı olduğu haliyle yakalamak” (zhizn’ kak ona ‘iest) için en karmaşık montaj ve çekim tekniklerini kullanmayı başarabilmesinin nedeni de budur. Ancak sinemada “farkında olunmaksızın yakalanan” hayat, genellikle ve kaçınılmaz şekilde tehlikeler ve öngörülmez olaylara yol açtığından, bakış açılarının çoğulluğunu geliştirebilmek için “tahayyülün” güçlerine başvurulmalıdır. Bu anlamda bir sinema “monadolojisi”ne ihtiyaç duyuyoruz.

Kaynakça:
Arendt, H. (1983) La condition de l’homme moderne, Calmann-Lévy, Paris. [İnsanlık Durumu Seçme Eserler I, çev. Bahadır Sina Şener, İstanbul: İletişim Yayınları, 1994.]

Benjamin, W., (1977) “On Language as Such and on the Language of Man” (içinde) Reflections, Cambridge, MIT Press.
Bloch, E., (1995) The Principle of Hope, Mass. MIT Press. [Umut İlkesi, çev. Tanıl Bora, İstanbul: İletişim Yayınları, 2007.]

Eagleton, T. (1990) The Ideology of the Aesthetic, Cambridge. [Estetiğin İdeolojisi, çev. Ela Akman, Türker Armaner, Nur Ateş, Ayhan Çitil, Neşe Nur Domaniç, Ayfer Dost, Bülent Gözkan, Hakkı Hünler, Engin Kılıç, Banu Kıroğlu, İstanbul: Doruk Yayınları, 2002.]

Ulus Baker, Kanaatlerden İmajlara: Duygular Sosyolojisine Doğru, Birikim Yayınları, 2010, s. 213-6.