Gürbilek, Taşra ve İsteğin Krizi Üzerine

“Ben de vaatten söz ederek başlamıştım bu kitaba. Piyasanın taşraya doğru genişlediği, taşranın kültürel alanda yükseldiği yıllardan söz ediyordum. Kırda olsun şehirde olsun üvey evlat muamelesi görmüş, taşradan ibaret bırakılmış her şeyin sonunda piyasanın imkânlarıyla buluşmasının; uzun yıllar bastırılmak zorunda kalınan bir iştahın, yabancı topraklarda kendine güvenmeyi öğrenmiş bir sesin şarkısı olarak yorumlamayı denemiştim “Ben de İsterem”i. Taşrayla imkânlar dünyası arasında sanki mutlu sonla biten bahtiyar bir ilişki kurulmuş gibiydi. Çok değil, dört beş yıl önce millet bu şarkıyla kendinden geçerken, bu toplumun kısa bir süre içinde nasıl da bir arzu toplumuna dönüştüğünün kanıtları vardı sanki her yerde.

Bugünse aynı şarkının, yakın zamana kadar pek görünmeyen karanlık tarafını yaşıyoruz daha çok. Gazetelerde ya da televizyon ekranlarında, sonunda tutunmayı başarmış iştahlı taşralıların, şehirli kızları tavlamayı başarmış arzulu delikanlıların, kıyıda kalmış içeriklerin merkeze ilerleyebileceğini gösteren pozlarından çok, istek mekânlarının önünde hevesi kursağında birikmiş kara kalabalığın, şehri şehir olmaktan çıkaran öfkeli taşralıların; arzının hasete, iştahın hınca, isteğin suça dönüştüğü anın fotoğrafları var. Ama bildik bir işbölümü de var burada: Kendi iştahını taşranınkine eklemekte, oradan neredeyse milli bir arzu çıkarmakta gecikmemişti şehirli, ama sıra aynı duygunun arka yüzüne gelince, onu şehre sızmış öfkeli taşralının karanlık tabiatına, memleketi çaktırmadan ele geçirmiş bu kara yabancının giderilmez hasetine devrediyor. Kısa bir süre önce iştahına ortak olduğu taşrayı şimdi yalnızca mekânsal olarak değil, zamansal olarak da olduğundan geriye itip ondan tümüyle yabancı, uğursuz, tehlikeli derin taşra yaratacağı açık.

Türkiye’nin, bir toplumun tarihi açısından çok kısa sayılabilecek bir süre içinde hızla bir mal, imge, istek akışına sahne olduğu doğru. Bütün bu sürecin ortada imkândan çok istek biriktirdiği de doğru. Evet, başkasının imkânlılığına duyduğumuz kızgınlıktır haset. Ama her geçen gün daha da fazlasına maruz kaldığımız vahşi taşralı görüntülerinin bize söylediği gibi yalnızca yalnızca yokluktan değil vaatten, iktidarsız bir nefret kadar bir kudret vaadinden, acz kadar kışkırtılmışlıktan da yapılmıştır. Bugün ortada bir haset fazlası olduğundan söz ediliyorsa eğer, bunun nedenini taşranın karanlık tabiatında, eksik doğasında, doğası gereği giderilemez olan bu yetersizlikte değil; zaten her zaman her yerde kendine bir yaratarak var olan, kendi imkânlarını ancak başkasınınkileri sönük, bayağı ve güdük kılarak var eden, kırda olsun şehirde olsun hepimizin en yetersiz tarafına seslenen, geniş toprakları olduğu kadar tek tek insanları da bir anda çorak bir taşradan ibaret bırakan, nihayet girdiği her krizden daha da derin bir taşra yaratarak çıkan kapitalizmin kendi doğasında aramak gerekir.

Kudretsiz babalar, mağdur ama gururlu yetimler, yabancı ideallere kapılmış züppeler, acıların çocukları, nihayet kötü çocuklarla ilgili bu kitabın bu son yazısında bütün bu figürlerin yanında, her geçen gün biraz daha daralan imkânlar dünyasında bu kez hüsranın, isteyip de alamamanın göstergesi olabilecek yeni bir kötü çocuğa, yetersizlik duygusu kadar kapılmışlıktan da yapılmış bir hasetoğlana yer açmak gerektiği doğru. İç dünya denen yerin biraz da bunlardan yapıldığı doğru. Ama aynı pazarın bir zamanlar iyi yürekliliğinden ve gururundan söz ettiği, şehri arındıracak erdemlerin taşıyıcısı olduğuna inandığı, isteme kudretine özenip bağrına bastığı taşralıyı şimdi karanlığın, hasetin ve huncun simgesi olarak bir daha dışarıya (bu kez kaba saba ama çocuksu bir taşraya değil, arzusuyla bizim de iştahımızı kabartan istekli bir taşraya da değil, bu kez vahşi ve tehlikeli bir derin taşraya) itmesinin nedenleri üzerinde de düşünmek gerekir. İsteğin neden hep cömertçe dağıtıldığı, imkânınsa neden hep bir yerde toplandığından, yani yalnızca hasetten değil, aynı zamanda epeydir sözlüklerden çıkardığımız haksızlık ve adaletsizlikten de söz etmek gerekir. “Haset toplumu” gibi bir laf en çok da bunu görmemizi engellediği; karanlık duyguları hep öte tarafa, uzaktaki yabancının karanlık tabiatına yükleyip içinde yaşadığımız kültürün karanlıkltan beslenen tabiatını akladığı için yanlış bence.

En iyisi biz uzaktan değil, yakından; lanetli ötekinden değil, kendimizden; en yakınımızdaki taşradan, kendi taşralaştırılmış yanlarımızdan yola çıkalım. Karanlık günler yaşıyoruz yaşamasına, ama baktığımız her yerde hep karanlığı, hep kötüyü görme isteğimizde yalnızca karanlığa bakma cesareti değil, aynı zamanda başka hiçbir şeyden o kadar zevk alamıyor olduğumuz gerçeği de var. Işığını bizden esirgemiş bir dünyada yalnızca kötü şeyleri görme isteği. Şimdi düşünüyorum da bana bu toplumun giderilmez defosundan, iflah olmaz bir haset toplumu olduğumuzdan söz eden arkadaşım aslında pek de kederli görünmüyordu. Gazete küpürlerinden, orda burda çıkmış yazılardan, defolardan oluşturulmuş bir kötülük arşivi yaptığını anlatırken baktım, gözleri ışıl ışıl parlıyordu.”

Nurdan Gürbilek, Kötü Çocuk Türk, Metis Yayınları, 2012 [2001], 4. basım, s. 137-9.

Fuchs, Stuart Hall, İdeoloji & İnternet

“Stuart Hall vd. (1978) sokak soygunu (“saldırıp soyma”) ile ilgili ahlaki paniğin 1970’lerde İngiltere’de nasıl geliştiğini betimlediler. Onlar, bu paniğin 1970’lerin ortasının krizi bağlamında görülmesi gerektiğini öne sürüyorlar. Bu kriz, kapitalizmin küresel bir krizi (durgunluk), siyasal aygıtlar krizi (örneğin egemen sınıfın ve işçi sınıfı partilerinin), devlet krizi, hegemonya ve siyasal meşruiyet kriziydi (Hall vd. 1978, 317-319). Krizlerde insanlar nedenleri ve yanıtları ararlar. Sistemi sürdürmek isteyen ideoloji, krizin sistematik nedenleri ile ilgilenmez, daha çok nedenleri ideolojik olarak değiştirir. Bir “değiştirme etkisi” vardır: “kriz ve çoğunluğun sosyal deneyimi içerisine mal edilme biçimi arasındaki bağlantı -sosyal anksiyete- bir dizi yanlış ‘çözüm’ün içinden geçer” (Hall vd. 1978, 322). Teknolojik ve çözümcülük ve İnternet merkezcilik günümüzde küresel kriz durumlarında ideolojik olarak yanlış çözümlerdir.

Teknolojik çözümcülük ve İnternet/sosyal medya fetişizmi, Hall vd.’nin (1978) anlamlandırma sarmalları adını verdiklerinin kalıcı bir biçimini oluşturur. Bir anlamlandırma sarmalında, bir tehdit tanımlanır ve “önlem alınmadığı takdirde” “emin adımlar çağrısı” ile sonuçlanan “daha çok rahatsız edici zamanların” geleceği iddia edilir (Hall vd. 1978, 223). Eğer harekete geçmez ve en yeni İnternet platformlarını ve uygulamalarını kullanmazsak, günümüz ideolojileri bize, toplumun korunamayacağı ve suçluların, teröristlerin, sübyancıların, sapkınların, aşırılık yanlılarının kurbanı olacağımızı söylerler ve bilgisizliğimiz eşsizce, bize söylemek istedikleri gibi, denetlenebilir. Bugün İnternet’in dünyanın kötülüklerinin nedeni ve/veya çözümü olarak görüldüğü çok sayıda İnternet anlamlandırma sarmalı vardır.

Ahlaki panik içerisinde, “denetim kültürü” (örneğin suç ve terörizm ile ilgili polis söylemleri) ve “anlamlandırma kültürü” (magazin medya tarafından oluşturulan suçlu abartısı gibi) sık sık birlikte hareket eder (Hall vd. 1978, 76). Medya, polis gibi, “denetim sürecinin kendisinin bir aygıtı, ‘ideolojik devlet aygıtı’ olarak hareket eder” (Hall vd. 1978, 76). İnternet nispeten yeni bir enformasyon, iletişim ve işbirliği ortamı olarak (Fuchs 2008a), adeta ideolojik denetim kurumları olarak hareket etme eğiliminde olan ana akım medyadan farklı bir şekilde günümüzün ahlaki paniği içine sokulur. İnternet ve sosyal medya ahlaki panik ile ilişkili korkuların ve umutların ideolojik tasarımlarının sahneleri olarak hareket eder; bazıları, teröristler, isyancılar, vandallar ve suçlular tarafından kullanılan tehlikeli alanlar olmaları nedeniyle İnternet gözetimi yardımıyla denetlenmeleri gerektiğini iddia ederken, mallar, protestolar ve devrimlerin merkezinde olan siyasal umudun yeni bir mekânı olduğunu iddia eder. İki söylem de toplumdan bağımsız olarak teknolojinin gücüne olan yüksek inancı paylaşır. Toplumsal olaylara (suç, terör, krizler, siyasal dönüşümler) teknolojinin neden olduğu ve toplumsal olayların teknoloji tarafından denetlendiğinde yanılırlar. Ancak toplumsal fenomenler sadece iletişimsel ve teknolojik mekânlarda kendilerini ifade eder; teknolojiler onlara neden olmaz. Teknolojik determinizm, gücü teknolojiye atfeder; gücü teknolojik olarak yönetilebilir olgulara indirger ve böylece teknoloji ve toplum etkileşimini göz ardı eder. İnternet, ana akım kitlesel medyanın ideolojik bir aktöründen ziyade, ahlaki panikler ve ahlaki coşku içinde ideolojik anlamlandırmaların bir nesnesi gibidir.

Google sadece insanların gerçeklik algısını denetlemeye, bu algıları kâra dönüştürmeye odaklanan bir denetim makinesi değildir, aynı zamanda denetim fetişizminin bir simgesidir ve teknolojik determinizm, ideolojiler olarak, üçüncü milenyumun kriz içinde olan ilk yıllarına eşlik etmiştir.”

  • Fuchs, Christian. 2008a. Internet and society: Social theory in the information age. New York: Routledge
  • Hall, Stuart, Chas Critcher, Tony Jefferson, John Clarke and Brian Roberts. 1978. Policing the crisis: Mugging, the state and law and order. London: Macmillan.

Christian Fuchs, Sosyal Medya: Eleştirel Bir Giriş, Nota Bene, çev. Diyar Saraçoğlu & İlker Kalaycı, 2016 [2014], s. 188-90

Aruoba, Yol Olarak Yaşam Olarak Yol Üzerine

“Belirli bir yolu yer edinen kişi,
bu yolun –bir zaman, kendisi ulaşamasa bile–
kalıcı bir yer olabileceği olanağına
dayandırır umudunu – bu umut da, yine,
bir yoldur yalnızca: Yani, aslında,
bir yolu yürüyen kişinin istediği,
o yolun yer olup çıkması değil,
hep yeni yolcuların yola çıkış yeri olmasıdır.

Bir belirli yolu yürümüş olan kişi,
aynı yolu başka kişilerin aynı biçimde
yürümelerini istemeyecektir – çünkü,
yeni bir yol olarak yürüdüğü yolu
aynen yürümenin, başka kişiler için,
yeni bir yol yürümek değil,
aynı yolu yürümek olacağını bilecektir
– o yol, öteki kişiler için,
aynı yeni yol değil
aynı eski yol olacaktır.

Başkalarının, kendi
yürüdüğü yolu yürümesini isteyen kişi,
en azından kendisine ihanet ediyordur.

Kişinin yürümeden önce bilecileceği tek yol,
yönünü kendinin belirleyebileceği yoldur
– oysa, yürümeyi öğrenirken yürüdüğü yollar,
hep başkalarının yollarıdır: Ne yazık öyle –:
kişi, kendi yönünü, ancak başkalarının
yollarını yürüyerek bulabiliyor.

Kendi yönünü bulmanın tek yolu,
başkarının yüklerini yüklenerek
başkalarının yollarını yürümektir.
(–Zerdüşt’ün “Deve”si…)

Bir yaşam, bir yönün bir yol olup
olamayacağının denenme sürecidir.”

Oruç Aruoba, Yürüme, Metis Yayınları, 2000 [1992], 4. basım, s. 134-5.

Clastres, Devlete Karşı Toplum Fikri

“İlkel toplumun temel özelliği, kendisini oluşturan her şey üzerinde mutlak ve eksiksiz bir güce sahip olması, onu meydana getiren alt gruplardan hiçbirine özerklik tanımaması, toplumsal yaşamı besleyen her türlü iç, bilinçli ve bilinçsiz hareketi toplumun istediği sı­nırlar içinde ve doğrultuda tutmasıdır. Kabile, gerekirse şiddete baş­vurarak, bireysel, merkezi ve ayrı bir siyasal iktidarın ortaya çıkmasını engelleyerek bu ilkel toplumsal düzeni korumaya kararlı olduğunu gösterir. Demek ki ilkel toplum hiçbir şeyi gözden kaçırmaz, hiçbir şeyin kendi dışına çıkmasına izin vermez: Bütün çıkış yolları tutulmuştur. Dolayısıyla ilkel toplum önemli hiçbir şeyin kendisini etkilemesine izin vermeksizin sonsuza kadar kendini yinelemek ister.

Bununla birlikte, toplumun denetiminden, bir ölçüde de olsa kaçan bir alan, toplumun ancak bir ölçüde “kodlama” olanağı bulduğu bir “akım” vardır ki, o da nüfus hareketidir; kültürel kurallarca olduğu kadar doğal yasalarca da belirlenen, topluma olduğu kadar biyolojik yapıya da kök salmış bir yaşamın hüküm sürdüğü, belki de kendine özgü bir mekanizmaya bağlı olarak işlediği için toplumsal etkilerin dışında kalan bir alan söz konusudur burada.

İktisadi bir determinizmin yerine nüfusa ilişkin bir determinizm koymak, nedenlere –nüfus artışı– kaçınılmaz sonuçlar –toplumsal örgütlenmenin değişmesi– yüklemek gibi bir niyetimiz olmamakla birlikte, özellikle Amerika’da, nüfusun toplumsal ağırlığına, yoğunluk artışının ilkel toplum üzerindeki sarsıcı –yok edici demiyoruz– etkisine değinmek zorundayız. İlkel toplumun varlığını sürdürmesinin temel koşullarından birinin, nispeten sınırlı bir nüfus olduğunu rahatlıkla söyleyebiliriz. İlkel toplum modeli ancak nüfus kalabalık değilse işleyebilir. Ya da başka bir deyişle, bir toplumun ilkel olabilmesi için fazla kalabalık olmaması gerekir. Gerçekten de vahşiler dünyasında dikkati çeken şey, her biri, koşullar –özellikle de savaş koşulları– gerektirdiğinde soydaşlarla geçici ittifaklar kurmak dı­şında, parçası olduğu bütün içinde özenle özerkliğini korumaya çalışan, sayısız “millet”, kabile, topluma bölünmüş yerel grupların varlığıdır. Kabile dünyasının bu şekilde atomlaşması, yerel grupların birleşmesiyle toplumsal-siyasal bütünler oluşmasını, bunun da ötesinde, özü itibariyle birleştirici bir güç olan devletin ortaya çık­masını engellemenin herhalde etkin bir yoludur.”

Pierre Clastres, Devlete Karşı Toplum, Ayrıntı Yayınları, çev. Nedim Demirtaş & Mehmet Sert, 1991 [1974], s. 170-1.

Clastres, 1789 Devrimi, Devlet ve Kavimkırıcılık Üzerine

“1789 Devrimi, Jakobenlerin merkeziyetçi anlayışının Jirondenlerin federalist eğilimlerine üstün gelmesini sağlayarak, Paris yönetiminin politik gücünü pekiştirdi. Kapsadığı topraklar üzerinde belli bir bütünlük meydana getiren taşra bölgeleri, kültürel açıdan homojen olan, eski bir temele dayanıyorlardı (dil, politik gelenekler vb.) Bunların yerine, yöresel ayrılıkları bütünüyle silmeye, dolayısıyla devlet otoritesinin her yere girişini kolaylaştırmaya yönelik olan département sistemi konularak, soyut bir bölümlendirmeye gidildi. Farklılıkların, devletin gücü karşısında birer birer yok olduğu bu uygulamanın bir sonraki aşaması laik, parasız ve zorunlu okul ve ardından zorunlu askerlik sayesinde, III. Cumhuriyet yönetiminin Fransa’da oturan herkesi yurttaşlar haline getirmesiydi. Taşra ve kırsal bölgelerdeki özerk güçler yenik düştüler. Fransızlaştırma gerçekleştirilmiş, kavimkırım tamamlanmıştı: Geleneksel diller geri kalmış taşra ağızları diye nitelenerek engellendi, köy yaşamı ancak turistlerin ilgisini çekebilecek folklorik gösteri düzeyine indirildi vb.

Kısa da olsa, ülkemizin tarihine attığımız bu bakış, sosyo-kültürel farklılıkların az çok otoriter bir tarzda yok edilmesi anlamında kavimkırımın daha baştan devlet mekanizmasının yapısında ve işleyişinde varolduğunu göstermeye yeterlidir; bu mekanizmanın ayırt edici özelliği, bireylerle ilişkisini tek biçimli hale getirmesidir: Devlet yalnızca kanun karşısında eşit yurttaşları tanır.”

Pierre Clastres, Vahşi Savaşçının Mutsuzluğu: Siyasal Antropoloji Çalışmaları, Ayrıntı Yayınları, çev. Alev Türker & Mehmet Sert, 1992 [1980], s. 56.