Hisar, ayakkabılar, anlatıcı | Ali Nizamî Bey’in Alafrangalığı ve Şeyhliği

Romanda anlatıcının ilk sarsılışı, geçmişteki farkına varışı hatırlayışı. Zabel Yesayan’ın Son Kadeh’inden bir pasajı hatırlattı bana, benzer duygular hissettim bu bölümü okurken. Belki romanın içinde denemenin kendine yer açtığını fark ettiğim ilk an olduğu içindir. Sonunda yürüyüşe bağlaması da müthiş.

Fakat hatırlıyorum ki bu manzaraya en çok gülen ben değildim. Bilakis, bu geniş ve uzun esvap dolabının alt rafında sıralanan bütün bu ayakkabıları görmek ilk önce bana bir durgunluk ve dargınlık vermişti. Gözlerim önünde ilk defa açılan bu ayakkabı kargaşalığını, sürüsünü, kafilesini, halkını görmek bana derin bir surette ilk tesir eden manzaralardan biri olduğunu ve zihnimde müstesna bir intibah husule getirdiğini iyice hatırlıyorum.

Onları hep birden görünce gülen arkadaşlarım gibi ben de bu manzaraya sade güleceğime acaba niçin ve hangi bir düşünceyle bir an için olsun böyle dalgın kalmıştım? İçimde hâlâ çözülmemiş bu duygumu belki hâlâ tefsire muhtaç bulmakta olduğumu duyuyorum. Bu anda zihnimin büyük bir uyanışla düşünüp apaydın kaldığı müstesna dakikalardan biri geçmişti.

Zihnin hassaları acayiptir: Bazan yavaş yavaş ta içimize toplanan derin sebeplerle, bazan da sebepsiz yere yahut hatır ve hayale gelmez bir sebep yani bir vesile ile veyahut bazı büyük hadiselerin tesiri karşısında birdenbire öyle harikulade bir küşayişle açılır ki, bunların haricinde geçen zamanlarımızın faaliyeti bu uyanıklığa nispetle bir uyuklama gibi kalır. Acaba neden bu güneşler bazan bize böyle doğar ve parlar? Bir insanın kafası bütün ömrü boyunca belki ancak beş on defa böyle tamamen uyanır, aydınlanır ve her şeyi anlar ve her şey hakkında hükmünü evvelinden vermiş olur.

Galiba bu dolap karşımda, hiç beklemediğim bir anda ilk defa böyle açılınca ve bu yan yana, baş başa hazırlanmış duran potinlerle iskarpinler, çizmelerle terlikler gözlerime hep birden gözükünce o zamana kadar hatırıma gelmeyen ve düşünemediğim bir hakikat gözlerime şiddetle çarpmış oldu. Bu manzara bana duyabileceğim bir filozofu bulmak ve dinlemek gibi kuvvetle tesir etti, zira bu bekleyiş, şimdi bir müddet için duraklamış bütün bu ayakkabıların bir müddet sonra, içlerinde kaynaştığı gizli gizli duyulan bir kuvvetin yardımıyla yine yollarına devama başlayacakları kanaatini ilham ediyor ve benim, baş döndürücü bu manzarayı göreceğimi de felsefî ve remzî bir surette duyurmuş oluyordu. Derinlerin hem gizli, hem amansız ikna kuvvetiyle iman ediyordum ki, şehir ve hayat yollarının sonsuz bir taaddüdü vardır. Ve insan adımlarının tenevvüü müthiştir. Gözlerime nice farklarda, hep birden çarpan bu yolların çokluğuna, bu hususiyetlerin tenevvüüne hayran oluyordum. Bana bu heyecanı veren de işte bu toplu görünüş ve bu intizarın bir gün inkılap edeceği davranıştı. Dünyanın birbirinden ayrılan ve uzaklaşan yollarını hep birden önüme serer gibi duran bu manzarayla, sanki birdenbire dünya kargaşalığını, kalabalığını, ihtilaflarını, azametini görmüş, hem de katî bir intihabın zorluğunu, zira tutulan yolun bizi diğer yolları terk etmeye cebrettiğinden bize vereceği tereddütleri, acıları, nedameti, zahmeti ve daüssılayı hep birden duymuş ve anlamış gibi olmuştum.

Dünya sahasında daha bilmediğim aşikâr veya gizli, yakın veya uzak, fakat üstlerinde yürünecek, gezilecek, geçilecek, sürünülecek, tırmanılacak ve belki de ucunda kaybolup içinden çıkılamayacak, bir daha geri dönülemeyecek yolların çokluğunu ve her yiğidin bir yolu ve bir yol yürüyüşü bulunacağını bu manzara güya bir remizle anlatır ve temsil eder gibi görünmüştü.

Bir bakıma da bu hep cazibeli ve davetli yollara, hep çıldırtan zevklere ve hep yükselten gayelere doğru adım atmaya hazır ve muntazır vaziyetleriyle bu kırk çift ayakkabıyı güya gözlere görünmez manevi şahsiyetler giymişler de bunların her biri başka bir istikamete doğru yürüyeceklermiş gibi geliyordu. Öyle ki, onları görmekle âdeta hususiyetleri başka başka olan kırk kişi, kırk ahbap, dost, akraba ve yabancıyla karşılaşmış ve tanışmış gibi oluyordum.

Bu manzara, bu kırk çift ayakkabı insana bir ayaklanma, bir gidiş, bir yürüyüş, bir yollanış ve bir varış arzusu veriyordu. Fakat kim bilir, belki dikkatle bakılsa, yine insana gelecekte dünya yollarında atılacak adımlarımızın boşluğunu, hiçliğini de acaba söylemiyor, işaret ve ifşa etmiyor, temsil etmiyor muydu? Hep boş adımlar atmaya, hep neticesiz duraklara varmaya, sonra yine bir türlü erişilmez, yetişilmez yollarda, hep nafile ve boş adımlarla sürünmeye mahkum olduğumuzu da, kim bilir, belki de yeni bir remizle göstermiyor muydu?

Ali Nizamî Bey’in kendisi de acaba bu kırk çift ayakkabıdan bir çiftini giydiği zaman hangi hayırlı veya hayırsız, hangi mutlu veya ümitsiz yollarda yürüyerek acaba hangi hayat cilvelerine varıyor ve hangi selamet noktalarına erişiyordu? Ve acaba böyle bir halas noktasına erişebiliyor muydu? Böyle bir kurtuluş noktasına eriştiği var mıydı?

Hisar, A. Ş. (2022) [1952]. Ali Nizamî Bey’in Alafrangalığı ve Şeyhliği. Everest Yayınları. s. 54-7.

 

Solstad, Genç Armand ve arkadaşlarının film ve kitapları

Özel isimler, kişiler ve mekanlar epeyce farklı olmasına rağmen kendi üniversite deneyimime tuhaf yakınlıklar buldum bu paragrafta. Üzerime o yıllarda hücum eden aceleci, çapından habersiz ve başarısızlığa mahkum bir bilme isteğini hatırladım. Antonioni, Ibsen, ve Kafka. Hoh. “Gerçekten de aslında senin sandığından çok daha karmaşık bir şey, dedi Armand havalı bir tavırla.” Şule Gürbüz’ün Coşkuyla Ölmek kitabından buraya taşıdığım, Kendini Anlatan Birisi adını verdiğim pasajda da bir noktada kardeş tartışma var sanki: “Bazen üniversite yıllarımda filmlerden etkilenen ve onları kendi hayatına aplike eden arkadaşlarım vardı. Ben de kendimi bir şeye iliştirmek ve tek başıma bir şey olmamak istiyorum. Kötü bir film görsem içine dalmak, bir köhne eve girip yatmak istiyorum.”

Armand’ın da çenesi güçlüydü, hep öyle olmuştu ama şimdi ait olduğu yere geldiği söylenebilirdi ve onu iyi karşılamışlardı. Armand filoloji öğrencileri arasında, özellikle de Paul’e baş başayken itiraf ettiği gibi gibi, en gözdeleri olan Fransızca öğrencileri ve sanat tarihi öğrencileri arasında kendisini cennete düşmüş hissediyordu. Niye? diye sordu Paul. Çünkü eğitimlerini düşündüklerinden çok kendi güzelliklerini düşünüyorlar. Tam olarak bu yanıt Paul Buer’e bir yanıyla çok çekici, evet, kışkırtıcı geldi ve bir an için doğa bilimleri yerine filoloji okumayı seçmediği için kendine kızdı. Başka şeylerin yanı sıra Armand eğitimli insanlar gibi davranmayı öğrenmişti. Bu yüzden birlikte sinemaya gideceklerinde izleyecekleri filmin seçimini hep Armand’a bırakıyordu ve oldukça sık sinemaya gidiyorlardı. Bu yüzden Gimle’ye gidip en yeni Fransız, İtalyan ya da Polonya filmlerini izliyorlardı. Geçen Yıl Marienbad’da filmini izleyip Gimle Sineması’ndan çıktıklarında, …

… Bunu dördüncü izleyişim, dedi Armand, ve her seferinde daha da güzelleşiyor. Öyle olmasını umalım, dedi Paul Buer; çünkü dürüst olmak gerekirse Ibsen’in bir oyununu sahneledikleri yer dışında çok sıkıcı bulmuştu filmi. O oyun Rosmerholm’dü, diyen Armand filmi parça parça açıklamaya girişti. O zaman Paul Blow Up filminden daha fazla hoşlandığını söyledi, özellikle hayalî toplarla tenis maçı yaptıkları yeri beğenmişti ama her şeyden önce, Herkesin ne düşündüğü ortada işte, dedi Armand’a daha sonra. Gimle Sineması’na cinsel olarak uyarılmak için gittiğini itiraf etmek aptalca, diye yanıtladı, bu sadece ters teper. Ama ben Blow Up filmini beğendim, …

… dedi Paul inatla, 8½’tan çok daha iyi, o film çok durağandı. Öyla [sic] ama ne parlak bir filmdi, diye haykırdı Armand. Paul’ün gelişiminden korkuya kapılıyor, sık sık ona okuması gereken kitaplar öneriyordu. Kafka okumalısın, dedi bir keresinde. Okudum onu. İyiydi, diye yanıtladı Paul. Hangisini okudun peki? Dava, anladım o kitabı. Demek anladın, o zaman kafan iyi çalışıyor, çünkü çok az kişi anladığını itiraf eder, diye yanıtladı Armand, filoloji öğrencisi havası takınarak. Nasıl anladın peki? Biliyorsun, insanlar Dava derin, metafizik bir eser mi yoksa şakacı biri tarafından mı yazılmış diye kafa yoruyorlar. Bence metafizik bir eser, diye yanıtladı Paul. Ah, böyle diyorsun çünkü bir şakanın aslında ne olduğunu bilmiyorsun. Gerçekten de aslında senin sandığından çok daha karmaşık bir şey, dedi Armand havalı bir tavırla.

Solstad, D. (2002) [2006]. Armand V: Gün yüzüne çıkmamış bir romanın dipnotları, (çev. Deniz Canefe), Jaguar Kitap, s. 36-7.

Eksen, hapishane ziyareti

Kerem Eksen’in Ölümden Uzak Bir Yer romanını okuduk kitap kulübümüzde. Ben kaçırmışım ilk iki romanını, onlar da ilgimi çekti bakınca, entelektüel romanları. Bu roman başlarda en sıradan ve gündelik haliyle çift ve aile yaşantısına küçük ironilerle bakışıyla beni heyecanlandırmıştı ama ilerledikçe olup bitenlere daha az merak duymaya başladım.

Merkezine aldığı mucize, ölüm ve belli bir kadere mahkumiyet (bir kerelik mucize) temalarını ne açıdan tartışmaya açtığını anlamadım. Baba oğul ilişkisi de tam işlenmemiş gibi geldi. Yine de roman kişileri – pek tanıyamadığım oğul hariç – tutarlı geldi, özellikle ebeveynler ve birkaç akraba. En güçlü olduğu yerler Sait ve Ömür’ün baş başa yaşadıkları anlardı.

Okurken dinlemeye başladığım söyleşisinde yazarın romanı nasıl kurduğu üzerine anlattıkları romandan neredeyse daha çok ilgimi çekti. Böyle çalışan ve zanaatinin detaylarını açık yüreklilikle paylaşan bir yazar birden beklenmedik bir roman yazabilir. Ben okurken buraya geçirmelik bir hatıra pasajı not almıştım. Baba oğul arasında asıl yüzleşmenin hemen öncesinde bir hapishane ziyareti. İstanbul’a varış, toplu taşıma ve metrobüs, büyük bir mesele ortada dururken hep önemsiz ayrıntılara kaçış, klişe satranç bahsi, Aksaray’da dolanış, geçmişe dönüşler ve sabah pişirilen sucuk anıları… Aynı zamanda bu pasajda romanın sonuna dair küçük bir ip ucu da varmış fakat okurken hiç düşünmemiştim, blog’a geçirirken fark ettim, bu da stenografinin keyfi.

ıqıƃ şnɯɹoʎnɹnʞ ʞɐznʇ ɹıq ıʞןǝq ɐp ɐʎ şnɯɹoʎiןʞɐs iɹɐןɹis ɯiʞɐʇɹıq ığıʇʇǝɟşǝʞ ıuǝʎ

“Bir perşembe öğleden sonra otobüsle Esenler Otogarı’na geldiğinde İstanbul’daki karmaşanın artarak devam ettiğini görüyor, daha iki yıl bunu çekecek olmak büyük işkence. Metris’e gitmek başlı başına bir mesele: Önce yanlış duraktan yanlış otobüse binip kendini alakasız bir mahallede buluyor, oradaki birtakım gençler kestirme olur diyerek bir minibüse bindiriyorlar onu, bu kez de ineceği durağı kaçırıyor, uzak bir yerde inip metrobüse biniyor. Beşe çeyrek kala güç bela cezaevine vardığında kapıdaki görevliye uzun uzun yalvarması gerekiyor, ardından güvenlik amirine, ardından nöbetçi müdüre… Neyse ki müdür razı geliyor sonunda, eh, madem o kadar yolu geldin, bir beş dakika gör oğlunu.

Görüşme salonunda paspas yapan bir hademe dışında kimse yok. Bu güzel işte, diyor Sait, oğluyla sakince oturabilecekler, belki yıllardır yapamadıkları konuşmayı şimdi, bir on dakikada yapıverecekler. En arkadaki masaya ilişip bekliyor, oğlu yanında bir gardiyanla kapıda belirince ayağa fırlıyor, gidip sarılıyor. Yusuf pek coşkulu sayılmaz, gene de kollarıyla babasını belli belirsiz kavrıyor – geçmiş olsun baba. Geçip karşılıklı oturuyorlar.

Yusuf’un tikleri iyiden iyiye artmış, birkaç saniyede bir gözlerini peş peşe hızlıca yumuyor, sonra gözkapaklarını eski haline getirmek istiyormuş gibi ardına kadar açıyor, bu gözlere bakmaktan ne konuştuklarını anlamıyor Sait. Gene de ara ara yüzünü belli belirsiz yoklayıp geçen bir aydınlık hali var, dikkatli bakınca o sımsıkı kapanıp açılan gözlerdeki eski parıltı fark ediliyor – eski mi?” Belki de yeni bir şey bu. Yusuf bir sürü önemsiz ayrıntıdan bahsediyor, bir tane Muşlu oğlan varmış, kaçakçılıktan içeride, Yusuf ona satranç öğretmiş, oğlan şimdi her gün yeniyormuş onu – zehir gibi gençler harcanıyor burada baba, görsen, halbuki bütün geri zekâlılar dışarda, otobüslerde minibüslerde oradan oraya sürünüyorlar, halbuki bak, pırlanta gibi çocuk çürüyüp gidiyor, astımı var bir de, af çıkmazsa yatarı dört sene. Sait içeride geçirdiği beş ayda Yusuf’un diline dolanmış olan bu mahpushane ağzını biraz gülünç buluyor aslında, fakat bir şey diyecek halde değil. Araya girip sormak istiyor, koğuş nasıl, soğuk mu, kalabalık mı, fakat Yusuf’u durdurmak zor, anlattıkça anlatıyor. Ne demişti Muzaffer abisi? Dinle. O da dinliyor işte, duymayı beklediği şeyler bunlar değildi ama olsun. Az sabır… Yusuf açığa nakil için başvuruda bulunmuş, biraz bundan söz açıyor, yakında geçersin diyorlarmış. İyi, diyor Sait, daha rahat görüşürüz o zaman.

Henüz dişe dokunur bir şey konuşamamışken gardiyan tepelerinde bitiveriyor, gülüyor Yusuf, geldin mi Mahmut çavuş, ne ara geldin be müdür, daha iki laf edemedik – bu samimi hava Sait’in hoşuna gidiyor, oğlunun rahatı yerinde demek. Haydi Yusuf, uzatma, diyor gardiyan, beş dakika dedik. Tekrar sarılıyorlar, bu kez oğlunun gövdesinde daha belirgin bir canlılık buluyor Sait, gene geleceğim ben, her hafta gelirim nasipse. İstediğinde gel, diyor Yusuf, benim vaktim bol – gülüyor. Muzaffer amcama selam söyle, onu da beklerim.

Sait çıkınca kendini puslu ve soğuk bir İstanbul akşamında buluyor, hava karardı kararacak. İçi bir tuhaf, ne konuştular belli değil, Yusuf aklına geleni anlattı – bunları dinlemek için mi geldim ben buraya? Neyse ki sonra tatlıya bağlandı sohbet, Yusuf istediğinde gelebileceğini söyledi. Şimdi mesele Çanakkale’ye dönmek. Önce kendini güçbela Aksaray’a giden bir otobüse atıyor, İstanbul’da bildiği tek yer orası. İndiğinde etraf tanıdık gelince biraz oyalanıyor. Ara sokaklarda dolaşırken birden oğlunun öğrenciliğinde kaldığı evin yakınlarında olduğunu anlıyor, buraya alışverişe gelmişti iki kez, sucuk filan alıp kahvaltıda pişirmişti. Şimdi bütün bunlar tarif edilemez derecede uzakta, tuhaf olan şu ki o zamanlar da başka şeyler uzaktaydı, Çanakkale’deki eski hayat, Ömür’le geçen günler, Manisa… Oğlunun İstanbul hayatını garipsemişti, daha yeni tanışmış gibi tuhaf bir mesafeden konuşuyorlardı nedense, evet, Yusuf ona neredeyse yapmacık bir özenle davranıyordu, yeni keşfettiği birtakım sırları saklıyormuş ya da belki bir tuzak kuruyormuş gibi. Yusuf’la ev arkadaşlarını örgüt üyesine benzetmişti Sait, birtakım gizli işler karıştırdıklarını düşünmüştü. Onu en çok da upuzun boylu, sıska bir oğlan tedirgin etmişti, yaşça diğerlerinden büyük, belli ki eczacılığı çoktan bitirmiş (ya da belki bırakmış), dükkânı mı varmış neymiş, parmaklarında yüzükler, kulaklarında dizi dizi küpe, ne yaptığı belli değil, her nedense çayı hep önüne geliyor. Bozuntuya vermeden birkaç gün boyunca bir köşede ses çıkarmadan, konuşulanlara akıl erdirmeye çalışarak oturdu Sait, her gece on biri geçirmeden yattı, sabah kalkıp sucuk pişirdi. Dördüncü günün sonunda alakasız bir konuda tatsızlık çıktı oğluyla, fazla uzatmadan ceketini alıp eve döndü.

Sanki başka işi yokmuş gibi o evi bulmak için ara sokaklarda dolaşıyor, sonunda pes edip anacaddeye [sic] çıkıyor.”

Kerem Eksen, Ölümden Uzak Bir Yer, Yapı Kredi Yayınları, 2022, s. 118-9.

 

Duras, Yazmak’tan

Duras’ın devam edişinin itici gücü ilk olarak yazmak ama bunun bir adım ilerisinde de hep bir yapıt -onun için sadece kitap var gibi- fikriymiş. ‘Duramayan’ yazarlardan gibi görünüyor bu geriye dönük bakışında. Sık sık yalnızlığı, sonrasında da destekleyicileri, viskiyi ve ne yazacağına dair fikri olmadığındaki sonsuz olasılıkların heyecanını anıyor.

Yazmanın diğer pek çok edime göre sadece tek başına, yalnızlıkla yapılışına dair pasajı yürüyüşü ve Madeleine’i çağırdı, Vertigo’daki şu “Sadece tek başına olan dolaşır, iki kişi daima bir yere gidiyordur” düzeltmesini.


“Yazının yalnızlığı, o yalnızlık olmaksızın yazı ediminin gerçekleşmediği ya da yazacak daha başka ne kaldığı araştırılırken dağılıp giden bir yalnızlık. Yazı kan yitimine uğruyor, onu yazanın tanımayacağı bir hale geliyor.” (s. 16)

“Odam bir yatak değil, ne burada ne Paris’te ne de Trouville’de. Belirli bir pencere, belirli bir masa, siyah mürekkep alışkanlıkları, bulunmaz siyah mürekkep işaretleri, belirli bir iskemle. Ve her zaman yararlanılabilir kılacağım belirli alışkanlıklar; nereye gidersem gideyim, nerede olursam olayım, hatta yazmadığım yerlerde bile, otel odaları örneğin, uykusuzluk çekersem ya da umutsuzluklara düşersem diye bavulumun içinde her zaman viski bulundurma alışkanlığı.” (s. 17)

“Bir deliğin içinde, o deliğin dibinde neredeyse tam bir yalnızlık içinde olmak ve sizi bundan yalnızca yazının kurtarabileceğini bulgulamak. Kafanızda hiçbir kitap konusu, kitap düşüncesi yoksa bu, önünüzde bir kitap var, yeni bir kitapla karşı karşıyasınız demektir. Sonsuz bir büyüklük, bomboş. Olası bir kitap. Hiçliğin karşısında. Canlı ve çıplak bir yazının karşısındaymışsınız gibi, korkunç, aşılması korkunç bir şey. Yazan kişinin kafasında kitap düşüncesi yoktur, sanırım, elleri boştur, kafasının içi boştur ve bu kitap macerası onun için yalnızca kuru ve çıplak yazıdır, geleceksiz, yankısız, uzak, altın kurallarıyla, temel kurallarıyla: yazım, anlam.” (s. 21-2)

“İnsanın yaşamında bir an gelir ve sanırım bu, yazgısal bir andır; kaçamazsınız, o anda her şeyden kuşkulanırsınız: evliliğinizden, dostlarınızdan, özellikle, çift olarak sahip olduğunuz dostlardan. Evladınızdan değil. Evlattan hiçbir zaman kuşku duyulmaz. Ve bu kuşku, kendi çevresinde büyümeye başlar. Bu kuşku, yalnızdır, yalnızlığın kuşkusudur bu. Ondan doğmuştur, yalnızlıktan. Bunun adını şimdiden koyabiliriz. Çoğu kimse bu söylediğime katlanamaz sanırım, hemen sıvışır oradan. İşte bundan dolayı herkes yazar değildir. Evet. Aradaki fark burada. Gerçek bu. Başka bir şey değil. Kuşku, yazmaktır. Dolayısıyla, yazardır da. Ve yazarla birlikte herkes yazar. Bu öteden beri bilinen bir şeydir.” (s. 23)

“İnandığım bir başka şey de, insanı yazmaya yönelten bu ilk kuşku deneyimi yoksa, yalnızlığın da olmadığıdır. Şimdiye kadar kimse iki sesli yazmamıştır. İki sesle şarkı söylenmiş, müzik yapılmıştır, tenis de oynanmıştır ama yazmak, hayır. Daha işin başında, politik olarak nitelendirilen kitaplar yazdım. Bunların ilki Abahn Sabana David, en çok değer verdiğim kitaplarımdan biri. Sanırım bir ayrıntı bu, yani bir kitabın yönlendirilmesinin az çok gündelik yaşam kadar zor oluşu. Zorluk, basitçe vardır. Bir kitabın yönlendirilmesi zordur, okura doğru, kendi okunma yönüne doğru. Yazmamış olsaydım sağaltılamaz bir alkol bağımlısı olurdum. Artık hiç yazamama durumu içinde yitip gitmek rahatlıktır… İnsan işte bu durumda içer. Yitip gittiğinizde, dolayısıyla da artık yazacak, yitirecek hiçbir şeyiniz kalmadığında oturup yazarsınız.” (s. 23-4)

“Yattığımda yüzümü saklıyordum. Kendimden korkuyordum. Bunun nedenini neden bilmediğimi bilmiyorum. İşte bu yüzden yatmadan önce içiyordum. Unutmak için, kendimi. Hemen kanınıza karışıyor, sonra da uyuyorsunuz. Alkol bağımlısının yalnızlığı bunaltıcı bir yalnızlık. Yürek, evet yürek. Birden çok hızlı atmaya başlıyor.” (s. 24-5)

“Yazı, yabanıl kılıyor insanı. Yaşam öncesi bir yabanıllığa ulaşıyorsunuz. Ve bu size her seferinde aşina geliyor; ormanların yabanıllığı bu, zaman kadar eski. Her şeyden korkmanın yabanıllığı, farklı ve yaşamın özünden koparılamaz bir yabanıllık. Bütün varlığınızla sarılıyorsunuz. Beden gücü olmadan yazılamaz. Yazının başına oturabilmek için, kendinizden daha güçlü olmanız gerekir, yazdığınız şeyden daha güçlü olmanız gerekir.” (s. 25)

“Evde bir sürü insan olduğunda ben aynı zamanda hem daha az yalnız hem en çok ihmal edilen kişi oluyordum. Bu yalnızlığı anlayabilmek için akşamı atlayıp geceye gelmek gerekir. Duras’ı gece olduğunda, dört yüz metrekarelik bir evde yalnız başına uyurken düşlemek gerekir.” (s. 27)

“Açık bir kitap, gecedir de.

Nedendir bilmem, söylediğim bu söz beni ağlatıyor.” (s. 29)

“Yaşamımın büyük okumaları, bana ait, yalnızca benim olan okumalar, erkek yazarlar tarafından yazılan metinler oldu. Michelet. Michelet ve yine Michelet, insanın gözünden yaşlar gelinceye kadar. Politik metinler de ama daha az. Saint-Just, Stendhal ve garip ama Balzac değil. Metinlerin menti, Eski Ahit’tir.” (s. 35-6)

“Yazdığım yazılarda insanlara hakaret ettim ve bunu yapmak inanın, güzel bir şiir yazmak kadar doyurucu.” (s. 37)

“Ben herkese benzerim. Şimdiye kadar, sokakta kimsenin arkasını dönüp de bana baktığını sanmıyorum. Ben sıradanlığın ta kendisiyim. Sıradanlığın zaferi.” (s. 37)

“Böyle yaşayınca, yani benim yaptığım gibi, size anlattığım gibi yaşayınca, o yalnızlık içinde insan uzun vadede bazı tehlikelerle karşı karşıya kalıyor. Bu kaçınılmaz. İnsan denen yaratık yalnız kalır kalmaz mantıksızlığa doğru inişe geçiyor. Bunun böyle olduğuna inanıyorum: Kendini yalnızca kendine teslim eden insanın deliliğe adım attığını düşünüyorum çünkü o durumda önünde, kendini kişisel bir sayıklamaya, coşkuya kaptırmasını engelleyecek hiçbir şey kalmıyor.” (s. 37)

Sineğin ölümü üzerine – (s. 40)

“Yalnızlığa her zaman delilik eşlik eder. Bunu biliyorum. Deliliği görmezsiniz. Kimi zaman onun varlığını önceden sezinlersiniz ancak. Bunun başka türlü olabileceğini sanmıyorum. İnsan, içinde ne var ne yok ortaya dökmüşse, bir kitabı dolduracak kadar şeyi yani; kimseyle paylaşılamayacak belirli bir yalnızlık içinde demektir. İnsanları, sizinle bir şey paylaşmaya zorlayamazsınız. Yazdığınız kitabı oturup tek başınıza okumanız, kendinizi o kitaba hapsetmeniz gerekir. Bunun dinsel bir yanı vardır tabii ama siz bunu sıcağı sıcağına duyumsamazsınız, sonradan anlayabilirsiniz ancak (şu anda benim yaptığım gibi) ve bunu bir şeylerle bağlantılı olarak yaparsınız, örneğin yaşamla, ya da kitabın, sözün yaşamıyla, dünyanın tüm halklarının çığlıklarıyla, sessiz haykırışlarıyla bağlantılı olarak yaparsınız.” (s. 43-4)

“İnsan içinde bir yabancıyı barındırır: Yazmak, işte o yabancıya ulaşmaktır. Budur ya da hiçbir şey değildir.” (s. 50)

Marguerite Duras, Yazmak, çev. Aykut Derman, Can Yayınları, 2021 [1993], 3. basım.