Ceyhun, Entel Takılmak ve Zonta Figürü Üzerine

“Dedim ya… Anadolu taşrasından İstanbul’a bir de geldim ki… Breh breh breh… Söyleşiler, konferanslar, edebiyat matineleri… Baylan… Attila İlhan. Baylan karargâhtı, her gün bir gölge kabine kurulur, bir gölge kabine bozulurdu sürekli. Gündemli tartışmalar yapılırdı, arada bir, karşıdaki muhallebicinin sakinleri Baylan’da ağırlanarak.

Sonra konserler, tiyatrolar, Cep Tiyatrosu, Gençlik Tiyatrosu… Sergiler, Maya Galerisi, Adalet Cimcoz, Sait Faik, Tanpınar, Nuri İyem… Beyoğlu’ndaki o görkemli Kitap Sarayı‘nı nasıl unuturum. (Şimdi yerinde Beymen var.) Sonra dergiler, dergiler, dergiler… Dergilerin küçücük yönetim odaları. Veli Alemdar Han, Vedat Günyol, Hüsamettin Bozok…

Hani, o yıllarda da akşamüstleri iki tek atılmaz mıydı ayaküstü bir araya gelinip?.. Nasıl olur?.. O zamanın pastanelerinin girişinde bugünkü gibi belki “Cafe” yazmıyordu, ama o pastanelerde hem çay hem kahve verilirdi, hem de kafe ekspressoların, kafeşantilerin yanı sıra rakı dışında her türlü içki… Yani pastanelerde de akşamüstleri iki tek atabilirdiniz. Ayrıca ünlü bar vardı o zaman da. Örneğin Jorj’un ünlü Kulis’i… Tokatlıyan… Perapalas… Ne ki, barlarda da rakı verilmezdi. Cin vardı, votka vardı, konyak vardı, likör vardı. O zamanın pastanelerinde, barlarında olmayan tek şey ise, bugünün kırolarıydı, zontalarıydı, hanzolarıydı, entelleriydi, kısacası…

Gerçekten de, şu son çeyrek yüzyıl içinde aşındırmadık, yozlaştırmadık, köylüleştirmedik ne bırakmışız ki Allah aşkına? Hiç…

Ne dergi, ne kitap, ne toplantı, ne örgüt, ne kent… Eskiden İstanbul’a bir hırbo, bir andavallı, bir çemiş, bir hödük düşmeye görsün… Olay olurdu vallahi… Mizah dergilerinde karikatürlerinden, fıkralarından, öykülerinden geçilmezdi.

Şimdi öyle mi ya?.. Çemişin, hırbonun, hödüğün bile adı değişmiş, KIRO olmuş. Kıro’nun biraz kiçe dönmüşüne HANZO diyorlar, Kıro’nun karapara zengini ise ZONTA… Efendinin, beyin, beyefendinin, sayın bayıp filan uçup gittiği, unutulduğu, yenine zontanın, hanzonun gelip oturduğu bir düzende, entelektüelin de hiç olmazsa birkaç harfini yitirmemesinin olanağı var mıymış Allah aşkına?.. Tövbe… Doğal olarak entelektüel de ENTEL olmuş bu fırtınada.

Lütfen, rica ederim, afedersiniz, estağfurullah, özür dilerim, gibi kavramlar da dilimizden sürülmüş çıkarılmış yeniden. Söylenilmesi bile ayıp neredeyse. “Özür dilerim” derseniz, aval aval bakıyorlar yüzünüze. Bütün bu kavramların, deyimlerin de dilimizde artık tek bir karşılığı var: “Emrin olur ağam!..”

Kısacası, birbirlerine habire “Emrin olur ağam” deyip duran bu ANAP zengini kıroların, hanzoların, zontaların her yeri köşe bucak tıklım tıklım doldurduğu bu ortamda, biz de entel takılmayıp da başka ne yapabilirdik Allah aşkına? Çaresiz, entel takıldık… Artık “CEZ” dinliyorum bol bol. Mutlaka “Mek Danılt” yiyorum öğleleri… Ola ki yanımda biri de “Caz” demeye… Veya “Mak Donalt” yemeye filan kalkışmaya… Vallahi ağzının payını veriyorum hemen, ne çağdışılığını bırakıyorum, ne ortodoks solculuğunu… Hele duymuyor muyum, hâlâ sömürü, diyakektik, işçi sınıfı filan diyenleri… Kan beynime sıçrıyor.

Dedim ya… Artık biz de entel takıldık… Başka ne yapabilirdik ki zaten?”

Demirtaş Ceyhun, Entelektüel’den Entel’e: Denemeler 1995 [1989], Sis Çanı Yayıncılık, 3. baskı, s.37-9.

Geçgin, Bir Yer Aramak Üzerine

“Başı hafiften dönüyor, kulakları tutuşmuş gibi yanıyordu. Ayrıca kulağında herhalde çevreden gelen seslerden kaynaklanmayan bir uğultu sürüp gidiyordu. Galiba hâlâ hastayım, diye düşündü. Ama belki daha önce hastaydı, şimdi iyileşiyordu. Her koşulda uzun süredir hangisinin hastalık hangisinin iyileşme olduğundan, hangisinden çıkıp hangisine girdiğinden pek emin değildi.

Yola niçin çıktığını anımsamaya çalıştı. Başlangıçta herhalde bir düşüncesi vardı. Ama bu düşünce her neyse, galiba çoktan geride kalmıştı. Öyleyse bu süren şey ne, diye sordu kendi kendine, daha niçin hâlâ sürüyor? Belki artık yalnızca sürdüğü için sürüyordu, artık nasıl duracağını bilmediği için sürüyordu. Dizlerini kendine çekip kafasını üstüne bıraktı.

Bir süre o durumda uyuklamış olmalı. Sonra kalktı, cadde boyu insanların arasından yürüdü. Bir el sanki omzundan tutup onu durdurmak istedi. Arkaya dönüp dönüp baktı. Peşinden gelen, omzunu tutan olmadı.

Ara sokaklardan birine daldı, sonra başka bir sokağa. Bir çeşmeye rastlayınca su içti, elini yüzünü yıkadı. Bir çöp bidonunun yanına gelince aç hissetmediğine göre herhalde alışkanlıktan durum çöpü karıştırdı. Çıkmaz bir sokakta bir direğe bağladıkları kovayı pota yapıp plastik bir topla bağıra çağıra basket oynayan çocuklara rastlayınca durup bir süre çocukları izledi. Geniş bir inşaat bölgesinden geçti. Tahta perdelerin ardında çok katlı dört-beş binanın iskeleti yükseliyor, biraz ötede dev inşaat araçları gürültüyle yeni temel çıkırları açıyordu.

Küçük, boş bir arazinin kenarına gelince dinlenmek için gövdesi eğik, cılız bir ağacın altına oturdu. Bazı ağaçlarda küçük, beyaz çiçekler açmıştı. Çiçeklere bakıp kışı atlatmışım, diye düşündü. Ama nasıl? Şu son birkaç günün olayları bile şimdiden aylar ya yıllar önce olmuş gibi gerilere çekilip silikleşmeye başlamıştı. Belleği belki artık hiçbir izi tutmuyordu. Ama aynı zamanda belleği sanki ağzına kadar doluydu da tam neyle doluydu, bilmiyordu. Ağzını açıp dolu bir boşluk, diye mırılandı, ama ne demekti bu, dolu bir boşluk nasıl olabilirdi?

Kasketli, yaşlı bir adam geçerken durup ona seslendi. Ne dediğini anlamadı. Kalktı, evlerin önünde oturan yaşlı, genç kadınların, sokakta oynayan küçük çocukların, köşe başlarında dikilmiş genç erkeklerin önünden geçti. Geçerken bakışlarını üstünde hissetti. Kafasını kaldırmadı.

Bir mahallede irili ufaklı bir sürü çocuk bu kez oyunlarını bırakıp çevresini sardı. Yeniden yürümeye başlayınca peşine takıldılar, gülüp bağrışarak arkasından taş attılar. Çocukların yanında iri bir köpek vardı, ayakları dibinde hırlayıp havladı. Taşlardan biri kafasına geldi. “Çocuklar yapmayın,” dedi ama dedikleri çocukları azdırmaktan başka bir işe yaramadı. Neyse ki yoldan geçen iki kadın çocukları dağıttı.

Çocuklardan kurtulana kadar ter içinde kalmıştı. Sessiz, sakin bir sokağa geldiğinde soluklanmak için kaldırımın kenarına oturdu, sırtını herhalde bir evin bahçesine ait olan kireç boyalı duvara yasladı. Karşısında iki-üç katlı evler, küçük bostanlar, kavak ağaçlarının ağır ağır sallanan tepeleri hafif bir eğimle yamaçlara doğru yükseliyor, dağların başladığı yerde kesiliyordu. Hava berrak, dağlar belirgindi, güçsüz güneşin ışıkları altında zirvelerdeki karlar parıldıyordu.

Gözünü dağlara dikti. Dağlar kıpırtısızlıkları içinde sanki gökyüzüne doğru hafifçe havalanmış gibiydiler. Başka ne yapabilirim, dedi kendi kendine, başka nereye gidebilirim? Yoksa yer düşüncesinden bile kurtulması mı gerekiyordu? Dağın zirvesi, boşluğa bir adım, sonra bir bulut. İnsan bir bulutun üstünde oturabilir mi? Bir bulutu evi yapabilir mi?”

Ayhan Geçgin, Uzun Yürüyüş, Metis Yayınları, 2016 [2015], 2. basım, s. 103-5.

Virilio, Teknoloji ve Etkileri Üzerine

“Her siyasal devrim bir dramdır, ama geleceği haber verilen bir teknik devrim bir dramdan daha fazla bir şeydir. Bilginin trajedisidir, bireysel ve kolektif bilgilerin Babil Kulesi’ndeki diller gibi birbirine karışmasıdır.

Esopos’un dili gibi Internet de, olabileceğin hem en iyisi hem de en kötüsüdür. Bir yandan sınırsız bir iletişimin ilerle­mesidir. Diğer yandan bir faciadır, sanal yolculuğun Titanic’i ile buzdağının bir gün mutlaka gerçekleşecek olan karşılaş­ması.

Tıpkı “Tarih’in sonu” gibi Soğuk Savaş sonrasında orta­ya çıkan bir “tekno-bilgisel” yanılsamanın meyvesi olan bu Internet ağının sibernetiği aslında bir teknikten ziyade bir sis­temdir. Bu, stratejik bir iletişim tekno-sistemidir. Bu tekno­sistemin beraberindeki sistemsel risk, küreselleşmenin ger­ekleşmesi halinde, yol açtığı zararları bir zincirleme reaksi­yona dönüştürecektir.

Bugün kısa zaman önce görülen Asya krizinin bölgesel olup olmadığı konusunda fikir yürütmek gereksiz. Eğer fi­nans piyasasının sibernetiği etkin bir biçimde küreselleşmiş olsaydı, 1997 sonbaharında yaşanan bu kriz gezegenin tümü­ne yayılacak ve tam bir ekonomik faciaya yol açacaktı.

Böylece, atom bombasından ve kırk yıl süren genel bir nükleer caydırmadan sonra bir enformasyon bombası patla­mıştır. Bu bomba nedeniyle yakın zaman içinde yeni bir cay­dırma, bu kez toplumsal bir caydırma söz konusu olacaktır. Ulusların toplumsal çekirdeğinin aşırı ısınmasını, hatta yarılmasını engelleme amaçlı “otomatik akım kesiciler” kullanıla­caktır.

Gerçekten de, telekomünikasyonun gerçek zamanlı küre­selleşmesiyle birlikte -ki Internet bu durumun vahşi bir mo­delidir- enformasyon devrimi bir sistemli ihbarcılık devrimi haline gelmektedir. Ortaya söylentiler ve kuşkulardan oluşan bir panik fenomeni çıkmakta, bu fenomen “hakikat”in ve do­layısıyla basın özgürlüğünün temelindeki meslek ahlakını yıkmaktadır. Bu durum lnternetin Clinton / Lewinsky dava­sındaki rolünde de görülmüştür: beyan veya ihbar edilen ol­guların hakikati hakkında şüpheler, haber kaynaklarının ve dolayısıyla kamuoyunun manipüle edilmesinin kontrolsüz şekilde artması. Bu öncü işaretler gerçek enformasyon devriminin aslında sanal dezenformasyon devrimi olduğunu, şu andaki tarihe gerçekten etki eden bir devrim olduğunu gös­termektedir.

Maddenin bileşenlerinin radyoaktifliği gibi enformasyo­nun bileşenlerinin interaktifliği de sessiz bir şekilde yayılarak çeşitli zararlara yol açmakta, genel bir kirlenmeye doğru git­mektedir.

Gerçek zamanda faaliyet gösteren ve birbirlerine etki eden aktörler, sibernetik telekomünikasyon devriminin tele­aktörleri belli bir ritmi harekete geçirmişlerdir. Bu teknik tempo, ülkelerin ve toplumların yerel zamanının tarihsel öne­mine egemen olmuştur. Bu durum yalnızca bir dünyasal za­manın lehine çalışmaktadır. Bu dünyasal zaman artık ulusla­rın tarihine değil, bir EVRENSEL ZAMAN POLİTİKASI soyutlamasına aittir. Enformasyon savaşı ilanı durumunda devreye girecek olan bazı genelkurmaylar dışında hiçbir siyasal temsilci bu politikadan sorumlu değildir.

Örneğin National Security Agency’nin (Ulusal Güvenlik Kurumu) Internet ağının geliştirilmesinin tarihindeki rolünün araştırmacılar tarafından örtbas edilmesini nasıl açıklayabiliriz?

Bugün ABD Dışişleri Bakanlığı’nın yeni küresel düzene karşı çıkanlara -şimdilik Irak’a- verilecek askeri cevapları otomatikleştirme isteğini nasıl değerlendirebiliriz?

Böylece siyasal partilerin temsili demokrasisini yenile­yeceği söylenen doğrudan (live) demokrasi için yapılan öz­gürlükçü propagandanın ardında bir otomatik demokrasi ideolojisi yatmaktadır. Bu otomatik demokraside tartışarak karar almanın yerine kamuoyu araştırması veya televizyon izleyici araştırması gibi bir “toplumsal otomatikleşme” geçecektir.

Kolektif akıl yürütmeye yer vermeyen bu refleks demok­rasisinde “seçim kampanyası” yerini şartlanmaya bırakacak­tır. Parti programlarının “sergileyici” niteliğinin yerini birey­sel davranışları koşullandırmaya dayanan “canavarlaştırıcı” bir nitelik alacaktır. Nitekim reklamcılık da uzun zamandır bu davranış kontrolünün parametrelerini test etmektedir.

Zaten bir atom savaşının elektromanyetik etkilerine da­yanacak şekilde tasarlanan Arpanet sistemine dayanan Inter­net de Körfez Savaşı’ndan bu yana bir evrensel reklamcılık iş­levi görmektedir. İlk olarak Internet tarafından reklamı yapı­lan bu sistemsel ürün özel olarak kimseyi ilgilendirmemekle birlikte, genel olarak herkesi ilgilendirmektedir.

Internet ağının ve on-line servislerin promosyonu eşi benzeri görülmemiş bir ideolojik bulaşma olgusudur. Internet promosyonunun pratik bir teknolojinin piyasaya sunulmasıy­la, bir taşıt aracının satılmasıyla veya herhangi bir iletişim aracıyla (radyo, televizyon) ilgisi yoktur. Burada şimdiye kadar “barış zamanında” hiç denenmemiş bir şey denenmek­te, en büyük kamuoyu dönüştürme operasyonu düzenlenmek­tedir. Bu operasyon ulusların kültürünü olduğu kadar kolek­tif zekayı da hiçe saymaktadır.

Bu nokta her tür aşırılığın, örneğin Çoktaraflı Yatırım Anlaşması gibi önerilerin veya “Atlantik Ötesi Serbest Tica­ret” projesinin kaynağıdır.

Bu küreselleştirici kampanyalar info war -enformasyon savaşı- lehine çalışan Amerikan propagandasıyla neredeyse aynı yoğunluktadır. Nitekim Pentagon da Soğuk Savaş’ın bi­timinden bu yana askeri işlerde devrim üzerine çalışmaktadır.

Ancak Interneti ve gelecekteki enformasyon otoyollarını tam olarak anlayabilmek için Internetin interaktif boyutunu ve hakiki bir KARŞILAŞTIRMALI REKLAMCILIĞIN ortaya çıkışını unutmamak gerekir. Bu karşılaştırmalı reklamcılık şu ya da bu ürünün üstünlüğünü övmek yerine ticari rakibi suç­lamak yoluna gitmekte, tüketicilerin konumlarını ve ihtiyat­lılıklannı küçümseyerek onların direncini kırmaya çalışmak­tadır.

Metaları satın alan kimselerin meşru meraklarını tatmin etmekle yetinmeyen reklam ajansları artık rakiplerinin sim­gesel ölümünü gerçekleştirmeye çalışmaktadırlar… Avrupa Parlamentosu da işte bu nedenle “sistemli karalama kampan­yalarına” karşı mücadele edecek yasalar çıkarma kararı al­mıştır.(37)

Aynca Internet ağını gelecekte onun yerini almayı amaç­layan teknik evrimden de ayıramayız. Gelecek on yılda analog enformasyonun yerini tüm bilgi kaynaklarının dijitalleşmesine bırakması hedeflenmektedir.

Sayısal olan, görsel-işitsel ortamın tüm alanlarına yayıldığı için Avrupa Birliği Teknolojik Birleşme Üzerine Yeşil Ki­tap hakkında çalışmaktadır.

Bu raporu hazırlayanlara göre tek bir teknolojinin -sa­yısal teknolojinin- farklı yerlerde (telefon, televizyon, bil­gisayar) kullanılması sonucunda görsel-işitsel araçların kullanımı da değişecek, telekomünikasyonda olduğu gibi bu araçlar da piyasa kanunlarına bağımlı hale gelecekler.

Kollarını her yana uzatan bu birleşmenin ikinci bir veç­hesi de Intemeti kapsamaktadır. Amerikan kaynaklı bu şebe­kede her şey serbest olduğuna göre, şebeke gelecekte de hu­kuki olarak yalnızca ABb’ye ait olacaktır.

Böylece hiç farkında olmadan bir tür İMGELER KRİZİNE doğru gitmekteyiz.

İkonlar arasındaki rekabet göze göz dişe diş ilkesine gö­re sürmektedir. Dünya ölçeğinde geniş bir pazara gidilen bu dönemde her şey gibi küreselleşen bu rekabet, ikonlar üzerin­den işleyen enformasyonun zamansallık rejimini istikrarsız hale getiriyor.

Ekrana karşı ekranın savaştığı bu dönemde ev bilgisaya­rının terminali ile televizyonun monitörü, küresel algı piya­sasına egemen olmak için çarpışmaktadır. Bu piyasanın kontrolü yakın gelecekte hem etik hem de estetik açıdan yep­yeni bir çağın kapılarını açacaktır.”

(37) Mayıs l 998’de Adam Lisowski tarafından kurulan kadın moda­sı kanalı Fashion TV, The Walt Disney Company’yi karalayıcı söylenti­ler nedeniyle mahkemeye verdi. Rakip bir moda kanalı açmayı planla­yan Disney, “Fashion TV ortakları ve müşterileri nezdinde bir karalama kampanyası” başlatmıştı. Bkz. Le Nouvel Observateur, 30 Mayıs 1998, televizyon eki.

Paul Virilio, Enformasyon Bombası, Metis Yayınları, çev. Kaya Şahin, 2003 [1998], s. 104-8.

Baudrillard, Otomat ve Robot Üzerine

“Bu iki yapay varlığı birbirinden ayıran şey iki aynı düşünce evrenidir. Birisi insanın tiyatral görünümlü, mekanik ve duvar saatinin içyapısını andıran bir düzene sahip kop­yasıdır. Burada teknik bütünüyle bir simülakr etkisi ve analoji yaratmayı hedeflemektedir. Diğeriyse teknik ilkeler tarafından belirlenmiştir, bu düzeyde önemli olan makine­dir. Oysa makineyle birlikte karşımıza bir eşdeğerlik so­runu çıkmaktadır. Otomat bir tiyatro oyuncusunu (yapay bir varlık) andırır ve eğlendirirken, Devrim öncesinin top­lumsal ve tiyatral yaşamına katılmaktadır. Robotsa adın­dan anlaşılacağı gibi çalışmaktadır. Burada tiyatro sona ermiş, devreye insana özgü bir mekanik anlayışı girmiştir. Otomat insanın bir benzeri ve onun muhatabıdır (onunla satranç oynar!). Makine insana eşdeğer bir varlıktır ve te­killeştirilmiş işlemsel bir süreçte onu kendisine eşdeğerli bir varlık haline getirmektedir. Birinci basamak simülakr ile ikinci basamak simülakr arasındaki fark işte budur.

Öyleyse “görsel” benzerlik bizi yanıltmamalı. Otomat doğayı, insan ruhunun bir gizemi olup olmadığını, varlık ve görünümler muammasını bir tür sorgulamadır. Altında ne var, içinde ne var, gerisinde ne var türünden sorular soran Tanrı gibi. Eğer kopya varsa bu türden sorular sorabilirsiniz. Doğal tiyatronun kahramanı olarak yaratılmış insan üzerine kurulan metafizik, Devrimle birlikte ortadan kaybolmadan önce, otomat sayesinde somutlaştırılabil­miştir. Otomatın yaşayan insandan başka ulaşmak iste­diği (insandan daha da doğal bir insan görünümüne sa­hip olmayı amaçlamanın dışında) bir hedef yoktur. İnsan hareketlerindeki yumuşaklıktan, organlarının ve zekasının işlevlerine kadar (hatta bu kusursuzluğun, yani ideal ölçü­lere uygun bir doğallık kazandırılmış, ruhtan yoksun bir vücudun neden olduğu bir huzursuzluğu yaşamak) kusursuz bir insan ikizi olmayı amaçlar. Bu kutsal olana karşı düzenlenmiş bir saldırıdır. Bu fark tıpkı şu sahnedeki illüz­yonistin, rolleri tersine çevirmiş olan, o kusursuz otomatın tutuk olması gereken hareketlerini taklit ederek gerçekle kopyanın birbirine karıştınlmasını engellemeye çalışması gibi her zaman korunmuştur. Kopya her zaman için şey­tani(1) bir yananlama sahip olmuşken, otomatın olumlu bir mekanizma olarak algılanmasının nedeni hakkında soru­lan soruların günümüze kadar sürüp gelmiş olmasıdır.

Oysa robot konusunda bu türden sorularla karşıla­şılmamaktadır. Robotun görünümlerden çok mekanik et­kinlikle ilişkisi vardır. Onun hedefi insana benzemek ve onunla karşılaştırılmak değildir. Otomatı gizemli ve çekici kılan o belli belirsiz metafizik fark ortadan kaybolmuştur; çünkü robot onu kendi çıkarına yutup yok etmiştir. Varlık ve görüntü, üretim ve emeği kapsayan tek bir töz içinde eriyip birbirlerine karışmışlardır. Birinci basamak simü­lakr farkı asla ortadan kaldırmamakta, simülakr ve gerçek arasında her zaman belirgin bir sürtüşme olmasını öngörmektedir (bu kurnazca oyunla özellikle yanılsama üzerine kurulmuş resimde karşılaşılmaktadır, ancak daha genel­de sanatın bu temel fark üstüne oturtulduğu söylenebilir). İkinci basamak simülakr ise ya görünümleri emerek ya da gerçeği yok ederek -hangisi işinize geliyorsa- sorunu ba­site indirgemektedir. Ancak her durumda ortaya imgeden, yankıdan, aynadan, görünümden yoksun bir gerçeklik çı­kartmaktadır. Emek, makine ve sınai üretim sistemi toplu halde tiyatral illüzyon ilkesine radikal bir şekilde karşı çı­kan bu türden şeylerdir. Artık Tanrı’yla insan arasında bir benzerlik ya da benzemezlikten değil, işlemsel ilkeye özgü bir mantıktan söz edilebilir.

Bu noktadan itibaren robotlar ve makineler yaygın­laşabilirler, hatta bu yaygınlaşma onlar için yasal bir an­lama sahiptir. Yüce ve istisnai mekanizmalara sahip olan otomatlar asla böyle bir şey yapmamışlardır. İnsanlar bile çoğalmaya ancak, sanayi devrimiyle birlikte, bir makine statüsüne sahip olduktan sonra başlamışlardır. Her türlü benzerlik ve ikizlik sürecinden kurtulan insanlar, minya­türleştirilmiş eşdeğerlisine dönüştükleri, üretim sistemi­nin kendisi gibi çoğalmaya başlamışlardır. Otomatla bir­likte büyücü yamağı mitini besleyen simülakrın intikam alma olayı da sona ermiştir. Buna karşın intikam alma bir ikinci basamak simülakr yasasına dönüşmüştür; çünkü artık robotun, makinenin ve ölü emeğin canlı emek üzerin­deki egemenlik dönemine girilmiştir. Bu egemenlik üretim ve yeniden-üretim düzeni için zorunludur. Çünkü bu ter­sine döndürme sayesinde kopyalama sürecinden çıkılarak (yeniden) üretim sürecine girilmektedir. Bu sayede doğal yasalar ve biçim oyunlan düzeninden çıkılarak, ticari de­ğer yasası ve güç hesaplan düzenine geçilmektedir.”

(1)  Kopya ya da yeniden-üretimde (reproduction) insanı her zaman için huzursuz ve rahatsız edici bir tuhaflık vardır. Örneğin bir fotoğraf karşısında duyulan huzursuzluk ve onu bir sihirbaz­lığa indirgemek gibi. Bu tür bir huzursuzluk, genelde hemen her zaman yeniden-üretim aygıtlarından oluşan teknik aygıtlar karşısında duyulmaktadır. Benjamin bu tür bir huzursuzlu­ğu, aynadan yansıyan imge karşısında duyulan huzursuzluğa benzetmektedir. Ayna olayında bile sihirbazlıktan söz edilebi­lir. Oysa aynadan yansıyan bu görüntüyü bulunduğu yerden söküp alarak istenildiği gibi taşınabilir, stoklanabilir, yeniden üretilebilir hale getirdiğinizde sihirbazlığın boyutlarının da o öl­çüde arttığı görülmektedir (bkz. Praglı Öğrenci. Bu fılmde şey­tan öğrencinin görüntüsünü ayna üzerinden söküp almakta ve bu görüntüyle ölünceye kadar onun peşini bırakmamaktadır). Narsistin suda yansıyan imgesi tarafından baştan çıkartılma­sından, insan üzerinde kendi ikizinin oluşturduğu saplantıya, hatta günümüzde insanın kendi imgesi gibi (McLuhan ‘a göre tekniğin ürettiği narsis serap) salgıladığı ve bu imgeyi yine ken­disine bozuk, kayık bir şekilde bile olsa gönderdiği şu muaz­zam teknik donanımın, ölümcül denilebilecek tersine çevrili­şine kadar giden her türlü yeniden-üretim bir tür uğursuzluk içermektedir. Yeniden-üretim özünde şeytani bir şeydir; çünkü temel şeyleri yerinden oynatmaktadır. Bu düşünce bizim için de geçerlidir. Bizim burada bir kod işlemi gibi betimlediğimiz simülasyon, bugüne kadar olduğu gibi bundan sonra da, tıpkı simülakr nesnenin (ilkel heykelcik, imge ya da fotoğraf) birincil amacının bir kara büyü işlemi olması gibi, devasa bir güdümle­me girişimi, bir denetim ve ölüm evreni haline gelmiştir. 

Jean Baudrillard, Simgesel Değiş Tokuş ve Ölüm, çev. Oğuz Adanır, Boğaziçi Üniversitesi Yayınevi, 4. basım, 2016 [1976], s. 93-5.

Barbarları Beklerken – Konstantinos Kavafis

Bu şiir ile ilkin John M. Coetzee’nin “Barbarları Beklerken” romanında karşılaşmıştım. Coetzee üzerinde öylesine etkili olmuş ki buradaki fikirden bir roman yazmaya koyulmuş. Bu şiirdeki düşünce, Daniel Dennett’in “intuition pump” (sezgi pompası?) diye kavramsallaştırdığı, çarpıcı bir düşünce sarmalının ortaya çıktığı kısa hikâyeleri hatırlatıyor bana. Dennett, bu sezgi pompalarına Platon’un mağara metaforunu, Hobbes’un Leviathan’ını, John Searle’ın Çin Odası deneyini vd. örnek veriyor. İlla yeni bir kavram üretmek istemezsek, hâli hazırda mevcut bir deyiş olan “kıssadan hisse”yi buraya koyabiliriz. İlgili şiire ikinci kez -aslında önceden okuyup, gerçekten karşılaşamadığım- David Morley ve Kevin Robbins’in “Kimlik Mekânları: Küresel Medya, Elektronik Ortamlar ve Kültürel Sınırlar” kitabının açılışında rastladım. Zaman ötesi metinler böyle metinler olsa gerek. Bir düşünceyi premodern toplumlardan alıp dijitalleşen dünyaya uygulayabiliyorsun. Ben de not edeyim, arada tekrardan göreyim istedim.


“Neden toplanmış bekliyoruz pazaryerinde?

Barbarlar gelecek bugün.

Neden böyle hareketsiz Senato?
Boş oturuyor Senatörler, yasalarla uğraşacaklarına?

Çünkü barbarlar gelecek bugün.
Senatörler neden uğraşıp dursun yasalarla?
Barbarlar gelince yapacak nasıl olsa.

İmparatorumuz neden sabahın köründe kalkmış,
tacıyla tahtıyla kurulmuş oturuyor,
kentin ana kapısında?

Çünkü barbarlar gelecek bugün.
İmparator şeflerini karşılamak için
bekliyor. Bir de ferman hazırlattı
sunmak için. Şan şerefle dolu
adlar, unvanlar yazılı üzerinde.

İki konsülümüz ve yargıçlarımız neden
kırmızı, işlemeli harmanileriyle gelmişler;
ya taktıkları mor taşlı bilezikler,
ışıl ışıl zümrüt yüzükler;
neden yanlarına almışlar bugün, paha biçilmez
altın ve gümüş kakmalı asalarını?

Çünkü barbarlar gelecek bugün,
böyle şeyler gözlerini kamaştırır onların.

Hani, nerde saygıdeğer söylevcilerimiz
gelip konuşmuyorlar her zamanki gibi?

Çünkü barbarlar gelecek bugün;
söylevler, ince sözler canlarını sıkar onların.

Ne oluyor, nedir bu huzursuzluk, bu kaynaşma?
(Yüzler nasıl da asıldı.)
Hızla boşalıyor sokaklar, alanlar,
evinin yolunu tutuyor herkes düşünceler içinde?

Çünkü karanlık bastı, barbarlar hâlâ görünmedi.
Sınır boylarından gelenlerin dediğine bakılırsa
barbar marbar yokmuş ortalıkta.

Peki, şimdi halimiz ne olacak barbarsız?
Onlar bir tür çözümdü bizim için.”

Çeviren, Erdal Alova, 1988, Armoni Yayınları (Morley & Robins içinde)