My Dinner With Andre, Oyun Yazarı ve Para ve Mânâ

Filmin açılışındaki dış ses. Benzersiz diyaloglarla örülü bu film için alıntılanacak en ucuz monologlardan birisi olabilir bu kısım belki ama yine de tekinsiz bir karşılaşmanın kapısını açıyor. Sonra Grotowski maceraları, dünya turları, sanat ve yaşam sorgulamaları geliyor.

“Oyun yazarının hayatı zordur. Kimilerinin düşündüğünün aksine kolay değildir. Oyun yazmak için çok çalışırsınız, kimse sahnelemez. Geçinebilmek için başka işler yaparsınız. Ben oyuncu oldum ama insanlar işe almadılar. Böylece günlerini ufak tefek işlere koşturarak geçirmeye başlarsın. Bu sabah kimi önemli telefon görüşmeleri için saat 10.00’da kalkmam gerekti. Daha sonra zarf almak için kırtasiyeye gittim. Sonra da fotokopiciye. Yapılacak düzinelerce iş vardı. Saat 17.00’de, sonunda postaneye gidebildim ve oyunumun birkaç kopyasını postaladım, bu sırada da acaba menajerim bir rol için aramış mı diye devamlı çağrı cihazımı kontrol ediyordum.

Sabah posta kutum faturalarla dolmuştu. Ne yapacaktım? Bunları nasıl ödeyebilirdim ki? Zaten elimden gelenin en iyisini yapıyordum. Bütün hayatım bu şehirde geçti. Yukarı doğu kısmında büyüdüm 10 yaşımdayken zengindim, soyluydum sefahat içerisinde, taksilerle dolanıyordum ve aklımdaki tek şey sanat ve müzikti. Şimdi 36 yaşındayım, aklımdaki tek şey para. Saat şimdi 19.00 oldu en çok istediğim şey eve dönmek ve kız arkadaşım Debby’nin bana güzel lezzetli bir yemek pişirmesi… Son yıllardaki finansal durumumuz yüzünden Debby haftada üç gece garsonluk yapmak zorunda kalıyor. Nihayetinde, birisi az da olsa para kazanmalı.

Tek başımaydım. Ama işin en kötü tarafı, bir takım tuhaf rastlantılar nedeniyle yıllardır resmen uzak durduğum birisiyle yemek için sözleşmek mecburiyetinde kalmıştım. İsmi André Gregory’di. Bir zamanlar çok yakın bir arkadaşım olduğu gibi aynı zamanda tiyatrodan da en değerli meslektaşımdı. Hatta beni keşfeden ve oyunlarımdan birisini profesyonelce sahneye koyan kişiydi. André’yle tanıştığım zaman, bir tiyatro yönetmeni olarak kariyerinin zirvesindeydi. Ekibi, “Manhattan Project” ile müthiş işler çıkartmış dünyanın her yerinden seyircileri şaşkına döndürmüştü. Ama sonra André’ye bir şeyler oldu. Tiyatroyu bıraktı. Ortalıklardan kayboldu. Aylar boyunca, ailesinin tek bildiği, Tibet gibi tuhaf yerlere seyahat ettiği oldu ki bu da garipti çünkü karısını ve çocuğunu severdi. Eskiden evden ayrılmaktan
hiç hoşlanmazdı. Oysa partide onunla tanışmış birinden, insanlara ağaçlarla konuştuğunu filan anlattığını duyabilirdiniz. Belli ki André’nin başına korkunç bir şeyler gelmişti. Onunla buluşma fikri beni geriyordu. Yani böyle bir şeye çok da hevesli değildim. Benim derdim bana yetiyordu. André’ye yardım edemezdim ki. Doktor filan mı olmam gerekiyordu?”

Louis Malle (yön.), My Dinner with Andre (1981)
Senaryo & Oyuncular: Andre Gregory, Wallace Shawn
Çeviri: Emre Tuncay Özgünen (Kuban)

Auster, Bir Anda Kırılan Hayatlar

“Bunların hiçbirinin üzerinde durmak istemiyorum. Ama insan hayatı o kadar çeşitli koşullar altında yön değiştiriyor ki, bir insan ölene kadar onun hakkında bir şey söylenemez. Ölüm, mutluluk üzerinde tek gerçek söz sahibi olmakla kalmıyor (Solon’un deyişi), hayat hakkında karar verebileceğimiz tek ölçüt de o. Bir zamanlar bir sokak serserisiyle tanışmıştım, Shakespeare’in oyunlarındaki oyuncular gibi konuşan bu adam hırpani, orta yaşlı bir alkolikti, paçavralar içindeydi, yüzünde kabuk bağlamış yaralar vardı, sokaklarda yaşıyor, durmadan benden para dileniyordu. Aynı adam bir zamanlar Madison Bulvarı’nda bir sanat galerisinin sahibiydi. Tanıdığım bir başka adam, bir zamanlar Amerika’nın en yetenekli genç romancısı olarak kabul ediliyordu. Ben onunla tanıştığımda, New York’taki bir köşe başında durmuş, babasından miras kalan on beş bin doları yüzerlik banknotlar halinde gelip geçene dağıtıyordu. Bana, bütün bunların Amerika Birleşik Devletleri’nin ekonomik sitemini çökertme planının bir parçası olduğunu söyledi. Neler olduğuna bir bakın. Hayatların nasıl parçalandığını düşünün. Goffe’yi, Whalley’i ele alın örneğin, Kral I. Charles’ı ölüme mahkûm eden yargıçlardan ikisi bunlar; Restorasyon Devri’nden sonra Connecticut’a gelmişler ve hayatlarının geri kalanını bir mağarada geçirmişler. Bayan Winchester’ı bir düşünün örneğin, silah tüccarının dul karısını; kocasının sattığı silahlarla öldürülenlerin ruhlarının onun canını almak üzere gelmesinden korkuyordu; bu yüzden evine durmadan odalar ekliyordu, koridorlardan, gizi bölmelerden oluşan devasa bir dolambaç yarattı, her gece değişik bir odada yatarak ruhlardan kaçacağını sanıyordu; işin tuhaf yanı şu ki, 1906 yılındaki San Francisco Depremi’nde bu odalardan birinde kısılıp kaldı, hizmetkârlar onu bulamadığı için neredeyse açlıktan ölecekti. M. M. Bakhtin de var, şu Rus eleştirmen ve edebiyat düşünürü. İkinci Dünya Savaşı sırasında Almanlar Rusya’yı işgal ettiklerinde o adam, müsveddelerinden birinin tek kopyasını tüttürüyordu; yazmak için yıllarını verdiği, Almanca romanlar üzerine kitap boyutunda bir çalışmaydı bu. Müsveddenin sayfalarını teker teker aldı ve o kâğıtlara tütün sardı, son sayfasına kadar her gün kitabının bir bölümünü sigara kâğıdı niyetine tüttürdü. Bunlar gerçek hikâyeler. Belki aynı zamanda birer mesel de, ama ne demek istiyorlarsa onu diyorlar, çünkü gerçekler.”

Paul Auster, Kilitli Oda (New York Üçlemesi – III), çev. İlknur Özdemir, Can Yayınları, 2017 [1985], 19. basım, s. 72-3.

Cioran, Yazı, Şiir ve Bir Çeşit Yaşam Sanatı

“Bütün fiiliyatımızın ardında yatan şeyler var; psikolojik açıdan il­ginç olan da budur, sadece yüzeyi biliriz, yapma tarafı… Dile getiri­len şeyin içine girilir, ama önemli olan, dile getirilmemiş şeydir, zımni olan şeydir, bir davranışın ya da bir sözün sırrı. Bundan dola­yı başkaları hakkındaki ve kendimiz hakkındaki yargılarımızın bir bölümü yanlıştır. Bayağı taraf kamufle edilmiştir. Oysa bayağı taraf derindir, hatta varlıklarda en derin olan ve içine en çok giremediği­miz şey odur diyebilirim. Büyük yazarlar tam da bu “aşağıları” duy­ma gücünde olanlardır, özellikle de Dostoyevski. Derin, ve göründü­ğü kadarıyla bayağı olan her şeyi açığa çıkarır; ama bu bayağılıktan da fazla bir şeydir, trajiktir; bunlar, hakiki psikologlardır. Ben, ro­man yazan ve başarısızlığa uğrayan birçok kişi biliyorum -Eliade bi­le birçok roman yazdı ve başarısızlığa uğradı- niçin? Çünkü sadece yüzeydeki olguları dile getirirler, duyguların kökenini değil. Bir duygunun kökenini kavramak çok zordur, ama önemli olan budur ve bu bütün olgular için doğrudur: Dini inanç, vs. Nasıl başladı? Niçin devam ediyor? Hedef de buradadır, nereden geldiğini de sadece ke­hanet gücü olanlar görebilir. Ve de buna akıl yürütülerek varılmaz.

Okumalarınızda da bu “köken”i arıyor musunuz?

Evet, hayatımda da arıyorum. Dile getirilen, düşüncenin sadece bir parçasıdır. Bunun için az sayıda gerçek romancı vardır. Herkes ro­man yazabilir, ama mesele sadece roman yazmak değildir. Dosto­yevski, benim için, fiillerin kökenine gitmiş olan tek yazardır; kah­ramanlarının şunu ya da bunu niçin yaptığı görülür, ama bu hemen görülmez. Benim tutumumun psikanalizle hiçbir ilgisi yok, katiyet­le; zira psikanaliz tedavi etmek ister; halbuki ilginç olan taraf bu değildir. Önemli olan, varlıkların içindeki iblistir – ama bunu nasıl kav­ramalı?

Peki şiiri nasıl okursunuz? Bu tür önermeler den yola çıkarak mı?

Kesinlikle. Niye bir tip iyi şairdir de bir diğeri değildir? Hem de di­ğeri daha ince olduğu halde? Neden onun şiiri direnç göstermez? Çünkü fiillerin kökenini oluşturan şey, derin olan şey, geçmez; par­laktır, dikkat çekicidir, şiirseldir, ama o kadar. Niçin daha az yete­nekli olan bir başkası daha büyük bir şairdir? Niçin bir tip bir deha­dır, yani yetenekliden fazla bir şeydir? Çünkü elimizden kaçan, hat­ta kendi elinden de kaçan bir şeyi oturtmayı başarır. Dolayısıyla esrarengizliğini koruyan bir olgudur bu. Zamanımızda aforizmalar ya­zan birçok kişi var, Fransa’da bir nevi moda haline geldi. Okursanız, pek o kadar kötü de değil, ama formüller içinde tükeniyorlar, uzan­tıları yok. Onları derinleştirme ihtiyacı duymuyoruz, yapacak bir şey yok, esrarı olmayan bir itiraf. Her şeyin iyi dile getirilmiş olmasına, bir anlam ifade etmesine rağmen, hiçbir şey gizlemiyor; bunun yarı­nı olmuyor. Bir varlığın sırrını oluşturan şeyi insan kendi de bilmi­yor. Hayatın, varlıklarla alışverişe girmenin ilginçliği de buradadır. Yoksa, sonunda bir kuklalar diyaloğuna girilir.

Ama sizin durumunuzda bu çok karmaşıklaşıyor, zihin açıklığınız göz önünde tutulursa. Nasıl yazmalı? Bir şeyi, onu söylemeden nasıl yazmalı, nasıl söylemeli?

Her zaman, söylemek istediğimizin sadece bir bölümünü söyleriz. Önemli olan, tondur. Bir tonumuz vardır, sadece müzisyen olarak değil, genel olarak, yaptığımız her şeyde. Çoğu zaman bir ton nok­sanlığı vardır; ton yoktur, sadece o kadar. Bu da çok esrarengizdir, zira bu tanımlanamaz, sadece hissedilebilir. Mesela bir kitabı açarsı­nız, dikkat çekici olan bir sayfayı okursunuz; neden sizin için hiçbir şey ifade etmez? Halbuki bomboş değildir, ama uzantıları hissedil­memektedir. O kadar esrarengiz olan o tonun nereden geldiği bilin­memektedir; burada, edebiyat olan her şeyde bir nevi gerçekdışılık vardır. Lüzum noksanlığı diye adlandırılan şeydir bu -peki bu lüzum noksanlığı niçin? Varlıklarla olan gündelik alışverişlerimizde de aynı şey vardır. Uzun zamandan beri görmediğiniz birine rastlar­sınız; saatlerce konuşursunuz, ama sonuç hiçliktir. Başka birine rast­larsınız, konuşursunuz ve evinize altüst olmuş bir halde dönersiniz. Varlıkların hakiki özgünlüğü budur -söyledikleri her şeye rağmen gizledikleri ve kendini belli eden şey.

Müzikteki gibi mi?

Tamamen müzikteki gibi. Ve “benim için müziğin hiçbir anlamı yok,” diyen insanlar gördüğüm zaman, iş bitmiş diye düşünürüm, de­vam etmeye ihtiyaç yoktur, aşırı derecede vahim bir şeydir bu, çün­kü müzik de tam olarak bir insanın en mahrem yerine dokunur. Mü­ziği hissetmeyen kişiyle hiçbir ortak noktam olamaz, adlandırılamaz bir vahamet arz eden ve o tipin bilincinde olmadığı bir lanettir bu. Müzikten söz ederken, daha önce zikretmiş olduğunuz Bach’ı düşün­mek gerek hemen… Bach benim için bir tanrıdır. Bach’ı anlamayan kişilerin olduğunu düşünebilmem imkansız; halbuki böyleleri var. İki varlık arasında derin bir suç ortaklığı yaratabilecek tek sanatın hakikaten müzik ol­duğuna inanıyorum. Şiir değil, sadece müzik. Müziğe karşı hassas olmayan biri, muazzam bir sakatlık çekmektedir. Bir kişinin Schu­mann ya da Bach’a karşı hassas olmayabileceği düşünülemez; oysa birinin şiiri sevmediğini söyleyebilmesini çok rahat kabul ederim. Ama konu müzik olunca, bu çok vahim bir şey olur.

Ne zaman müzik dinlersiniz?

Her zaman, özellikle şimdi artık yazmazken. Yazmayı kestim, de­vam etmeye artık değmediğini düşünüyorum, ama bu kuruluğun ye­rini müzik dolduruyor. Müziksiz hayat benim için hakikaten bir saçmalık olur. Müzikal izgedeki ihsası kelimelerle kaydedemeyeceği­mize göre, yazmaya ihtiyacımız yoktur. Dolayısıyla müziğe anlamını veren hiçbir şey, yazıyla iletilemez. O zaman bu koşullarda yaz­mak niye? Her halükarda, genel olarak yazmak niye? Kitapları ço­ğaltmak niye? Ne pahasına olursa olsun yazar olmayı istemek niye? Herkes çok fazla yazıyor zaten -uzun zamandır bu bir facia haline geldi, bu yararsız ve saçma üretim, özellikle Paris’te. Peki niye? Ben kendim de, yazmayacağımı ya da çok çok az yazacağımı düşünüyor­dum, fakat insan kendini oyuna kaptırıyor. Şimdi bu komediye artık devam etmek istemediğimi anladım. Önceleri komedi değildi, çün­kü yazma olayı bir tür lüzuma tekabül ediyordu, kendimden kurtul­manın bir biçimiydi. Şunu söylemek gerekir ki, her şeyi basitleştirmenin tek yolu kendini ifade etmektir. Bir şey, yazar yazmaz hemen esrarını yitirir, berbat olur; hem o şeyi, hem de kendinizi öldürmüş­sünüzdür. Bu bende bir işlev yerine getirdi; ama artık öyle değil. Yazmayan kişilerin, kendini ifade edenlerden daha çok kaynakları olduğunu fark ettim, çünkü her şey içlerinde. Ama yazmış olma olgusu, önemli olan her şeyi içinizden defetmiş olmaktır. Dolayısıyla yazan kişi, içini boşaltan kişidir. Ve bir hayatın sonunda, hiçlik gelir. Bundan dolayı yazarlar o kadar az ilginç insanlardır. Cidden böyle düşünüyorum, içleri boşalmıştır, birer kukladırlar. Çok parlak insan­lardır, ama artık varlıkları yoktur.

Ya Beckett gibi biri? Görüştüğünüz yazarlar arasında o nereye ko­nulabilir?

Biliyor musunuz? Şimdi çok az görüşüyoruz. Ama Beckett, tepkile­rini yazar olarak göstermeyen, zihni açık biridir. Bu onda bir mese­le değildir -onun durumunda da bu çok güzel- çünkü hiçbir zaman yazar olarak tepki göstermedi. Biz hepimiz gibi “kendini kaptırmış” biri hiç değil; o, bütün bunların üzerinde, kendine has bir yaşam üs­lubu var, tamamen münferit bir vaka. Ama genel olarak, hangi alan­da olursa olsun, çok üreten kişilerin bir zaman sonra kuklalara dönüştüğünü fark ettim. Bunun içindir ki, büyük mevcudiyetler, çoğu zaman hiçbir şey üretmemiş kişilerdir.

Fransa’ya gelmeden önce, bu ülkede de çalışmama kararı mı almış­tınız?

Evet, herhangi bir meslek icra etmekten, sevmediğimiz ve seveme­yeceğimiz şeyleri yapmaktan, her tür gayri şahsi işle uğraşmaktan kaçınmak için, önüne gelen aşağılanmayı ya da ıstırabı kabullenmek gerektiğini aşırı bir zihin açıklığıyla anladım. Bir tek fiziksel çalış­mayı kabul edebilirdim. Sokakları süpürmeyi kabul ederdim, herhangi bir şeyi, ama yazmayı değil, gazetecilik yapmayı değil! Haya­tını kazanmamak için her şeyi yapmak gerekiyordu. Özgür olmak için, önüne gelen aşağılanmaya tahammül etmek gerekir; hayat prog­ramım da hemen hemen buydu. Paris’te hayatımı çok iyi düzene koy­muştum, ama işler öngördüğüm gibi gitmedi. Sorbonne’a kayıtlıy­dım, 40 yaşıma kadar; sonunda beni çağırdılar ve “Beyefendi, artık bitti, bir yaş sınırı kondu ve o da 27,” dediler. Birden, bütün özgürlük tasarılarım çökmüştü. Buraya çok yakın bir otelde oturduğumu hatır­lıyorum, çok sevdiğim eski bir tavan arası odasıydı; kendi kendime şöyle dedim: “Durum şimdi çok vahim.” O zamana kadar sorun oto­matik olarak çözülmüştü: Bütün gereken, öğrenci yemekhanesinde neredeyse bedava yemek yiyebilmek için Sorbonne’a kayıtlı olmak­tı. Ne yapmalı? Lokantalarda yeme ya da normal bir yaşam sürdürme imkanlarım yoktu. Bu belki hayatımda bir dönüm noktası olmadı, ama olağanüstü bir kaygıydı. Sevmediğim şeyleri yapma dışında her şeyi kabul etme kararı almış olduğum için, hayatım muazzam dere­cede zorlaşıyordu. Bereket versin ki aydan aya ödediğim ve neredey­se bedava olan o otel odası vardı. Buraya çok yakın, Monsieur-le-­Prince Sokağı’ndaki o enfes tavanarasına hakikaten bayılıyordum. O sırada, aydan aya ödeme yapan herkesin kapı dışarı edildiğini gördüm, bir tek ben müstesna. Ev sahibini tanıyordum, onun için cesa­ret edememişti; ama kendi kendime, bu bir gün benim başıma da ge­leceğine göre mutlaka başka bir şey bulmam gerektiğini söyledim. 1960 yılındaydı bu; Tarih ve Ütopya‘yı yayımlamıştım ve apartman daireleriyle uğraşan bir hanım tanıyordum. Ona kitabımı yolladım, bana yardım sözü verdi, üç gün sonra, eski kira olduğu için anlamsız bir fiyata bu daireyi buldu. Bir yasa uyarınca, bu kiralar artırılamaz; yaşlılıktan nefret eden ben ise bundan istifade ediyorum, bunun ev sahibine karşı yapılan büyük bir haksızlık olduğunu düşünmeme rağ­men. Böylelikle sorunumu hallettim; bütün bunlar bir meslekle uğ­raşmadan yaşamak için gerekliydi. Ama bütün bunlar hala bitmedi, bugün gençlerin bu imkanları yok. Beni ziyaret etmeye gelen gençler var; bana benim gibi yaşamak istediklerini söylüyorlar. Ama çok geç. Bunlar kayboldu, şimdi her şey berbat oldu.

Ama yine de çalışmaya, yazmaya devam ettiniz; NRF’den birçok ya­yınınız çıktı.

Evet, doğru. Hep cennette yaşayamayız – asalak olarak demek isti­yorum. Anladım ki yazmak gerekiyor; bu da kuşkusuz bir ihtiyaca tekabül ediyordu. Dolayısıyla Fransızcadaki ilk kitabımı yayımla­dım –Çürümenin Kitabı‘ydı bu- ondan sonrası için belirsiz niyetle­rim vardı, kitapları neden çoğaltmak gerektiğini daha o zamandan soruyordum kendime. Niçin? Her halükarda bir kişiden kalan sade­ce birkaç cümle değil midir? Ama söylemek gerekir ki günler aşırı uzun; sonra, bahis konusu olan bir nevi hayatdoluluk, bir kendini gösterme ihtiyacı da vardı. Otuz yıl süresince hiç tanınmayan biri ol­dum, kitaplarım hiç satılmıyordu. Bu koşulları iyi tarafından aldım, üstelik şeylere bakış açıma da tekabül ediyordu; cepkitaplarına geli­nene kadar. Size içtenlikle ilgi gösterecek okurlara dokunmanın tek gerçek yolunun bu olduğunu düşünüyorum. Ondan sonrası, bütün edebi kariyer mekanizmasıdır; ama önemli olan yıllar, anonimlik yıl­larıdır sadece. Tanınmamak bir hazdır; bazen buruk tarafları olabilir, ama olağanüstü bir durumdur. Beni salonlarda yıllarca -çünkü bir zamanlar viski içmeyi çok severdim, kendi paramla alamadığım için de davetlere giderdim- Ionesco ve Beckett’in dostu olarak takdim et­tiler. Bu koşulları çok kolaylıkla kabul ediyordum. Neden olmasın ki? Tanınmış biri olmak neden?

Aniden Fransızca yazma kararını neden almıştınız?

Romanya’ya bir daha hiç dönmeme karan almıştım. Benim için bu iş bitmişti; kelimenin mutlak anlamıyla, hakikaten mazi olmuştu. Di­eppe yakınındaydım, deniz kıyısında, 1936 yılıydı, bir köyde Mal­larme’yi Rumenceye çevirmeyi deniyordum. Ve aniden, kendi ken­dime: “Bu iş için hiç yeteneğim yok,” dedim ve o anda, artık Fransızca yazma kararı aldım. O zamana kadar, ilginçtir, Fransızcayı ih­mal etmiştim; oysa İngilizceyi çok çalışmıştım, hatta Sorbonne’da İngilizce doçentlik derslerini izlemiştim. Fransızca yazma kararımı -bir anda alınan bu kararı yerine getirmenin zannettiğimden çok daha güç olduğu çıktı ortaya. Hatta bir azaba dönüştü. İlk kitabımı dört defa yazdım; bu da beni yazmaktan tiksindirdi. Çürümenin Ki­tabı‘nı yazdıktan sonra, kendime ıstırap vermeye devam etmenin gereksiz olduğunu düşündüm. Ve yorgunluktan, Burukluk‘u yayımla­dım. Artık cümleler kurmanın gereksiz olduğu, vs. Daha sonra, sü­reç her şeye rağmen devam etti; aynca şunu da söylemek gerekir, Paulhan sürekli NRF’ye yazı vermem için ısrar ediyordu. Söz veri­yordum, sonra da kendi kendimi suçluyordum, sonra vaatlerimi yerine getirmek istiyordum; böylece bir nevi çarkın içine girdim. Ken­dimi merkezin dışında bulmayı mükemmel bir şekilde kabul ediyor­dum. Hiç tanınmıyordum, ama en nihayetinde tanınmamak hiç de nahoş bir şey değil. İşte bu, bir yazarın hayatındaki yıllar, okursuz yazarın -yine de birkaç kişi tanıyan yazarın- hayatındaki; pratik ola­rak nahoş tarafları var, ama gerçek yazı dönemi de budur, çünkü kendiniz için yazdığınızı zannedersiniz.”

E. M. Cioran, Ezeli Mağlup, çev. Haldun Bayrı, Metis Yayınları, 2007 [1995], s. 216-22.

Beat Kuşağı, Giriş Videoları

Beat Generation Documentary – The Source (1999) – PART 1/7

Buckley, Kerouac, Sanders and Yablonsky discuss Hippies

Ginsberg on Kerouac

The Story of Psychedelia, pt. 1: The Beat Generation

Howl: Allen Ginsberg and the First Beat of a Generation

No More to Say & Nothing to Weep For: An Elegy for Allen Ginsberg (FULL MOVIE)
https://www.youtube.com/watch?v=tQSabbZXmi0

The Beat Generation – Poetry Reading – Royal Albert Hall 1965
https://www.youtube.com/watch?v=BX6A0O_KCPg

Interview with Jack Kerouac on The Ben Hecht Show, October 1958
https://www.youtube.com/watch?v=BX6A0O_KCPg

Kathy Acker interviews William S. Burroughs – part 1/3

William Burroughs- Destroy All Rational Thought Pt. 1

Allen Ginsberg – Interview + [May 1994]

USA: Poetry Episode Allen Ginsberg and Lawrence Ferlinghetti

YaleCourses – 8. Jack Kerouac, On the Road

Auster, Karakteri Tanıtmak (II) [Yürüyüş ve Boşluk]

Quinn’e gelince; akılda tutmamız gereken fazla bir şey yok. Kim olduğu, nereden geldiği ve ne yaptığı fazla bir önem taşımıyor. Örneğin otuz beş yaşında olduğunu biliyoruz. Bir kez evlendiğini, bir kez baba olduğunu, hem karısının hem de oğlunun hala hayatta olmadığını biliyoruz. Kitap yazmış olduğunu da biliyoruz. Daha kesin konuşmak gerekirse, polisiye romanlar yazdığını biliyoruz. Bu romanları William Wilson adıyla yazıyor ve yılda bir kitap bitiriyordu, bu da onun New York’ta küçük bir apartman dairesinde mütevazı bir yaşam sürmesini sağlayacak parayı kazanmasına yetiyordu. Bir kitabı yazması beş-altı ayı geçmediğinden, yılın geri kalan kısmında canının istediğini yapmakta özgür oluyordu. Pek çok kitap okuyor, tablolara bakıyor, sinemaya gidiyordu. Yazın, televizyonda beyzbol maçlarını izliyordu; kışın da operaya gidiyordu. Bununla birlikte yapmaktan en çok hoşlandığı şey yürümekti. Neredeyse her gün, yağmur, güneş demeden, sıcak, soğuk demeden kentte dolaşmak için evden çıkıyordu, belli bir hedefi yoktu, ayakları onu nereye götürürse oraya giderdi.

New York gezmekle bitecek bir kent değildi, sonu gelmez bir dolambaçtı; ne kadar uzaklara giderse gitsin, kentin semtlerini ve sokaklarını ne kadar iyi tanırsa tanısın, kaybolmuş olma duygusundan kurtulamıyordu. Yalnızca kentte değil, kendi içinde de kayboluyordu. Ne zaman yürüyüşe çıksa kendisini geride bırakıyormuş gibi hissediyordu, kendini sokaklardaki harekete teslim etmekle, gören bir göze indirgemekle, düşünmekten kurtuluyordu ve bu da ona öncelikle bir nebze huzur veriyor, içinde sağlıklı bir boşluk yaratıyordu. Dünya onun dışındaydı, çevresindeydi, önündeydi ve dünyanın değişme hızı, herhangi bir şey üzerinde uzun boylu oyalanmasına engel oluyordu. Önemli olan hareket etmekti, bir ayağını ötekinin önüne koymak ve kendini bedeninin gidişine teslim etmekti. Amaçsızca dolaşınca her yer birbirinden farksız oluyor, nerede bulunduunun önemi kalmıyordu. Hiçbir yerde olmadığını hissettiği yürüyüşleri, en iyi yürüyüşleriydi. Ve bu da onun çevresinden istediği tek şeydi aslında: hiçbir yerde olmamak. New York, onun kendi çevresinde ördüğü hiçbir yerdi; ve burayı bir daha terk etmek gibi bir niyeti olmadığını anlamıştı.

Quinn eskiden daha hırslıydı. Gençken birkaç şiir kitabı yayımlamıştı, oyunlar, eleştiriler yazmış, birkaç tane de uzun çeviri üzerinde çalışmıştı. Ama durup dururken bunların hepsinden vazgeçmişti. Bir yanının öldüğünü söylemişti arkadaşlarına, o yanının geri dönüp kendisini rahatsız etmesini istemiyordu. Quinn, artık onun kitap yazabilen yanı değildi ve Quinn pek çok bakımdan yaşamaya devam etse de artık kendinden başkası için mevcut değildi.

Yazmaya devam etmişti, çünkü bundan başka bir şey yapamayacağını hissediyordu. Polisiye roman, mantıklı bir çözüm gibi görünmüştü gözüne. Bu tür romanların gerektirdiği karmaşık kurguları uydurmakta pek zorlanmıyordu, çok iyi şeyler yazıyordu, çoğu kez kendiliğinden, sanki çaba harcamasına gerek yokmuşçasına. Kendini yazdıklarının yazarı olarak görmediği için yazdıklarından sorumlu hissetmiyordu, bu yüzden de onları savunmak diye bir duygu beslemiyordu. Ne de olsa William Wilson uydurma bir addı, Quinn’in içinden doğmuş olmasına rağmen, şimdi bağımsız bir yaşam sürüyordu. Quinn ona saygıyla, hatta zaman zaman hayranlıkla yaklaşıyordu, ama işi asla kendisiyle William Wilson’ın aynı kişi olduğuna inanacak kadar ileri götürmedi. İşte salt bu nedenle takma adının maskesinin arkasından ortaya çıkmadı. Bir menajeri vardı, ama hiç karşılaşmamışlardı. Yalnızca mektuplaşarak bağlantı kuruyorlardı. Quinn bu amaç için postanede bir posta kutusu kiralamıştı. Aynı şey yayıncısı için de geçerliydi, yayıncı Quinn’ ödeyeceği bütün ücretleri, paraları ve telif haklarını menajeri aracılığıyla ödüyordu. William Wilson’ın hiçbir kitabında yazarın fotoğrafı ya da biyografik bilgileri yer almıyordu. William Wilson hiçbir yazar sözlüğünde kayıtlı değildi, röportaj vermiyordu, aldığı bütün mektuplara menajerinin sekreteri yanıt yazıyordu. Quinn’in bildiği kadarıyla sırrını öğrenen yoktu. Başlangıçta, yazmayı bıraktığını öğrenen arkadaşları, nasıl geçineceğini sormuşlardı ona. Hepsine aynı yanıtı vermiş, karısından kendisine bir vakıf parası kaldığını söylemişti. Oysa karısının hiçbir zaman parası olmamıştı. Aslında Quinn’in artık arkadaşı da kalmamıştı.

Aradan beş yıldan fazla zaman geçmişti. Artık oğlunu pek fazla düşünmüyordu, karısının fotoğrafını da kısa bir süre önce duvardan indirmişti. Zaman zaman, üç yaşındaki oğlunu kucağına almanın nasıl bir şey olduğunu hissederdi ansızın; ama bu tam olarak düşünmek sayılmazdı, bedeninde kalan geçmişin bir iziydi ve Quinn bunu kontrol edemiyordu. Bu tür anları sık yaşamaz olmuştu artık ve aslında Quinn için her şey değişmeye başlamış gibiydi. Artık ölmek istemiyordu ama yaşamaktan pek keyif aldığı da söylenemezdi. Ancak hiç değişmeyen gerçek yavaş yavaş onu büyülemeye başlamıştı; sanki kendisinden daha uzun yaşamayı başarmış gibiydi, sanki ölümünden sonra yaşamayı sürdürüyordu. Artık uyurken lambayı yanık burakmıyordu, ve kaç aydır, gördüğü düşlerden hiçbirini anımsamıyordu.

Paul Auster. Cam Kent (New York Üçlemesi – I), çev. İlknur Özdemir, Can Yayınları, 2017 [1985], 20. basım, s. 9-12.