Dave Eggers, Coronavirüs Hakikatini Düzleştirmek (Çeviri)

Bir zamanlar birkaç romanını güle güle okuduğum ama yeni kitaplarıyla devam eder miyim tam emin olmadığım yazar Dave Eggers, The New York Times’ta Coronavirüs üzerine mizahi bir yazı yazmış. Kısa, komik ve kolay bir yazı olduğu için çevirelim dedik Hüseyincan ile.

Kral için Hologram romanında yeni inşa edilmekte olan bir Arap kentinde Kral ile buluşması sürekli ertelenen, bir türlü işleri ve hayatını ilerletemeyen, ne yapacağını şaşırmış depresif kahramanını anlatış biçimi de bu pandemi diyaloğuna benziyordu. İçine düştüğü durumun saçmalığıyla başa çıkmaya çalışan, yaşamıyla saçmalığı açık eden karakterler, tanıdıklar.


Coronavirüs Hakikatini Düzleştirmek | Dave Eggers

Pandemi ile ilgili tüm sorularınız cevaplanıyor. Kısmen.

Halk (H): Ne oluyor?

Cevap (C): Bir virüs çıktı.

H: Tehlikeli mi?

C: Çok tehlikeli. Ama insanların geneli için değil. En çok yaşlıları acımasızca hedef alıyor. Ama orta yaşlıları, gençleri, zayıfları ve sağlıklı olanları da öldürebiliyor.

H: Ne yapmalıyız?

C: Başkalarından uzak durun. Evde kalın.

H: Ee, o zaman virüsü kapmayacak mıyız?

C: Kesinlikle kapacaksınız. Herkes kapacak.

H: Nasıl yani? Bunu bize kimse söylemedi. Evde kalırsak virüsten korunacağımızı söylediler.

C: İşte, şimdi ben söylüyorum. Neredeyse bütün herkes kapacak. Aşağı yukarı 70%’iniz. Düşünsenize. Virüs her yerde ve aşı yok. Sadece herkesin farklı zamanlarda kapmasını istiyoruz. Bir nevi takvimlendirme gibi düşünün. ABD’de şimdiden en az 5 milyon insan zaten bu virüsü kapmış durumda.

H: Bir dakika. Beş milyon mu? Herkes bir milyon olduğunu söylüyor.

C: Onlar bilinen, onaylanan vakalar. Test yapmaya, dürüst olmak gerekirse, bir saat önce başlamış gibiyiz. Bildiğimiz her vakaya karşılık bilmediğimiz beş, 10, 50 vaka var. Belki de virüsü kaptılar ama semptom göstermiyorlar. Belki hastalandılar ama hastaneye gidecek ya da test olacak kadar hastalanmadılar. Beş milyon, gerçek vaka sayısına kıyasla az bir rakam bile olabilir. Muhtemelen 20 milyondan fazladır.

H: Yirmi mi?

C: İyi haber. Bir açıdan. Bu virüsün sandığımızdan daha az sayıda insan için öldürücülüğü olduğu anlamına gelir. Ve herkesin bir gün virüsü kapmasının kaçınılmazlığını gösterir. Dolayısıyla virüsü kapma sıranız gelene kadar evde kalın.

H: Ne kadar süre evde kalmalıyız?

C: İki ay gibi düşünüyorum. Hayır, üç. 6? Hayır,12. Evet,12!

H: Sonrasında gidecek mi?

C: Virüs mü? Allahım hayır. Aşının bulunması 18 ayı bulabilir. Ama o zamana kadar siz zaten virüsü kapmış olursunuz, dolayısıyla tarih çok da önemli değil. Özellikle virüsün önümüzdeki kış iki misli şiddetle geri geleceğini düşünürsek.

H: Yani o zaman virüs yazın daha az etkili?

C: Kesinlikle değil. Kim söyledi size bunu?

H: Daha az evvel kışın daha etkili biçimde geri döneceğini söylediniz. Ki bu da yazın etkisinin azalacağı anlamına geliyor.

C: Siz doktor musunuz? Hayır? Güzel. O halde dikkat kesilin. Virüs her yerde, her şehirde ve eyalette, ama biz eğriyi düzleştiriyoruz. Bu yüzden, sonbaharda intikam için gelmesi çok olası. Kışın da gelebilir. O vakte kadar geçen sürede, yani yazın da bizimle olacak ve gücünden bir şey kaybetmeyecek. Kapiş?

H: Kimse bize bunu söylemedi.

C: Yani, vakaları nasıl daha uzun bir süreye yayıyoruz, biliyor musunuz? Eğriyi nasıl düzleştiriyoruz? Aynı zamanda hakikati de düzleştiriyoruz. Evde kalın, iyi olacaksınız. İnternetten sipariş verin. Semtinizdeki restorana destek olun.

H: Hadi ya. Tamam. Bunu yapabiliriz.

C: Ama bunu yaparken risk altındaki insanları tehlikeye attığınızı da bilin —aşçılar, tezgahtarlar, teslimatçılar. Aslına bakarsanız bencilliğiniz ve pandemi sırasında hayatlarını tehlikeye atan insanları gözden çıkartan düşüncesiz tavırlarınız beni şaşırttı.

H: Anladığım kadarıyla eve teslim edilen şeyleri sipariş etmememiz gerektiğini söylüyorsunuz.

C: Etmemelisiniz. Semtinizdeki işletmelerin iflas etmesini istemiyorsanız ayrı tabi.

H: Yani, semtimizdeki işletmeleri desteklemeliyiz.

C: Kesinlikle. Çalışanlarının hayatlarını riske atarken. Öyle. Yemek söyleyin, yiyin, durdurulamayan pandemiyle ilgili haberleri izleyin. Bol bol uyuyun, sigara için. Dediklerine göre sigara içenler hastalığı daha az kapıyormuş. Zaten bu çok mantıklı! Aaa, egzersiz yapmayı unutmayın. Koşmaya çıkın!

H: Koşmak için nereye gitmeliyiz?

C: Tercihen rahatça yayılabileceğiniz yerlere, başkalarıyla yakın temasta olmadığınız yerlere.

H: Sahil gibi mi? Park mesela?

C: Elbette. Sahiller ve parklar açık alanlar. En güvende olacağınız yerler oralar.

H: Daha yeni sahile ve parka gittik. Yüzlerce insan vardı.

C: Ne sahile mi gittiniz? Parka mı? Aklınızdan neler geçiyordu? Oralara yüzlerce insan gidiyor! Eve dönün. Çocuklarınızla kalın. Çocuğunuz var mı?

H: Var.

C: Tamam, onların okulu düzgün takip ettiklerinden emin olun. Zoom oturumlarını takip edin, ödevlerini kontrol edin, onları ekranlardan uzak tutun, bırakın dışarı çıksınlar, okulu çok da önemsemeyin. Pandemi var sonuçta.

H: Hmm. Söylediğiniz birçok şey çelişkili gibi geliyor.

C: Hiç de değil, başka şekilde ifade edeyim. Çocuklarınız şu an bir krizin içinden geçiyor. Kaygı duymaları olağan, ya da sizin alışkanlıkları sürdürememeniz veya okul takvimlerini takip edememeniz… Geride kalmadıklarından emin olun yeter, biliyorsunuz çocuklar rutini takip ettiklerinde başarılı oluyorlar. O yüzden müfredatı takip edin, ama onlara alan da bırakın, evde kalın, ya da dışarı çıkın, öğretmenleri ve arkadaşlarıyla bağlantı kurmaları için teknolojiyi kullanın, ekran süresini de sınırlayın.

H: Bir saniye, yani…

C: Yine de şu aksaklığın keyfini çıkarın. Rahatlayın ve bir film izleyin! Biraz yemek yapın! Sakın dükkanlara gitmeyin, çünkü bu hepimiz için tehlikeli. Eve sipariş verin! Ama yok. Evde kalın. Kırsal kesime taşının. Ama şehrinizde kalın. Hasta olursanız, hastaneye gidin. Ama sakın çok hastalanmayın, böyle bir zamanda o hastanelerden birine gitmek istemezsiniz herhalde. Hastaneler hastalarla dolu!

H: Tüm bunların ne zaman biteceğini söylemiştiniz?

C: On sekiz ay. Bunu demişken, aşının bulunmasının en az dört yıl süreceğini de söylemeden olmaz.

H: Ama herkes dükkanların bugünlerde açılacağını konuşuyor. 18 ayla bu durum nasıl bağdaşıyor?

C: Çok basit. İnsanlar ölecek.

H: Bir dakika, nasıl yani?

C: Ah, tabi. Çok daha fazla insan ölecek. Sürüsüne bereket. Günde 1,500 kişi ölse on sekiz ayda, sadece ABD’de 800,000 insan virüsten ölecek. Minnesotalı bir bilim insanı böyle söylüyor. Osterholm. Dünyanın en önde gelen uzmanlarından biri. Şimdiye kadar her aşamada haklı çıktı.

H: Ne? 800,000 mi?

C: O da her şey yolunda giderse. Daha fazla olabilir, çok daha fazla. Kısıtlamalar gevşetilirse falan…

H: Ama ölüm oranı azalmıyor mu?

C: Öyle ama Cuma günü en ölümcül günlerden biriydi ama nedense! O da herkesin evde geçirdiği bir ayın sonunda. Herkes işlerine döndüğü anda, ciddi bir artış olacak. Resmen kan banyosu.

H: O zaman kısıtlamaları neden gevşetiyoruz?

C: Ekonomiyi bir şey bir şey yapmak için.

H: Pardon?

C: Ekonomiyi eveleyip gevelemek için.

H: Anlamıyoruz.

C: Dinleyin. İnsanlar yoruldu. İşe dönmek istiyorlar. Alışveriş yapmak istiyorlar. Her şeyden öte, topları beyaz lobutlara yuvarlayıp bam-bam sesleri çıkartmak istiyorlar. Sonunda da büyük ihtimalle ciğerleri işlemeyi bıraktığında soluk borularına nefes almalarına yardım edecek tüpler yerleştirilerek neredeyse ölmeyi, yalnız başlarına ölmeyi istiyorlar.

H: Neden sadece ekonomiyi dondurmuyoruz? Bütün işletmeleri kapatalım, aşı bulunana kadar hükümet herkese yaşayabileceği kadar para ödesin?

C: Hmm. Öncelikle, saçma. İkinci olarak, böylesi bir iş yerel, eyalet ve federal yönetimler arasında çok ciddi bir koordinasyonu gerektirir.

H: Bunu yapabilir miyiz?

C: Yani, bilmiyorum… Aslında… Tamam. İlk olarak herkesi koordine edecek süper yetkin yöntemlere ihtiyacımız var. Telefona kesin ihtiyacımız olur. Belki e-posta. Hesap çizelgeleri ve/ya bilgisayarlar da gerekebilir.

H: Tüm bunlara sahip miyiz?

C: Bence… sahip olabiliriz? Ama yine de çok fazla soru var. Mesela, parayı kime vereceğimizi nereden bileceğiz? Ülkedeki tüm maaşların bulunduğu ulusal bir veritabanına ihtiyacımız var.

H: Bu yok mu? Sanki bunu bulabiliriz gibi.

C: Başka bir plan önereyim: Bütün kişilere ve şirketlere para desteği sözü verelim. Bu parayı kişilerin yarısına, şirketlerin de çok küçük bir kısmına ödeyelim. Küçük işletmeler için ayrılan parayı büyük bankalar kontrol etsin, bu büyük bankalar parayı en büyük müşterilerine sızdırabilsin.

H: Korkunç bir plan.

C: O büyük bankalar illa ki nakit parayı nasıl değerlendireceğini biliyorlardır.

H: Sanki son 100 yılın en ölümcül virüslerinden biri yüzünden işini kaybeden insanlara, bu işlerindeki maaşları kadar para versek daha kolay olur. Her şeyi donduralım. Karşılıklı olarak durduralım, birlikte, o zaman belki 730,000 can daha kaybetmeyiz.

C: Öncelikle: çok sıkıcı. Entrika nerede? Dram? Bizim sistemimizle, dalga dalga işsizlik gelecek, sonunda ne olacağı da belli değil. Her hafta yeni bir şey getirecek: kapanan şirketler, batanlar, tedarik zincirindeki kopmalar —kaybolan birikimlerin, boş vitrinlerin ve yıkılan hayallerin sonu gelmeyen, katlanan bir domino cümbüşü. Böylesi, virüs alt edildikten sonra herkesin sağ salim işlerine ve şirketlerine geri döneceği sıkıcı, eskimiş bir güvenceli gelir geleceğinden çok daha heyecan verici.

H: Yani bir planınız yok.

C: Plan, zaten planın olmaması! Dinlemiyor musunuz? Planlar komünistler ve Danimarkalılar için. Biz burada hızlı ve esnek ve aptalca ve hatalı çalışıyoruz, arada sırada da yastık üreticisi bir adamımız var, Beyaz Saray’a başkanımıza cesaret verici metinler göstermeye geliyor. Her şey yolunda! On sekiz ay, 800,000 ölüm, plan yok, eyaletler ilaç ve ekipman için ihalelerde kapışacaklar, yalnız başınasınız, planlar yavan.

H: Ben yatıyorum. Kendimi iyi hissetmiyorum.

C: Vatansever bir şarkı söyleyelim mi? Atalarımız bizimle gurur duyardı gibi hissediyorum. Tıpkı İkinci Dünya Savaşı’ndan toplumun her bir kesimiyle, Beyaz Saray’dan Rosie the Riveter’a [1] ortak bir amaçla ve fedakarlıkla nasıl birlikte çıktıysak, onun gibi. Tam aynı durum söz konusu, sadece koordinasyon yerine rekabet, ortak amaç yerine acımasızlık ve kaos var. Ateş yanındaki muhabbet, F.D.R. (Roosevelt) ve Churchill yerine tweet’lerimiz, Lysol ve Ron DeSantis (Florida Valisi) var. Onlar dışında, her şey aynı.

[1] İkinci Dünya Savaşı sırasında fabrikalarda çalışarak genelde mühimmat ve savaş gereçleri üreten kadınları simgeleyen kültürel simge. En meşhur örneklerinden biri “We can do it!” posteri.

Maurice Blanchot’ya Kısa Giriş | C. Fynsk (Notlar)

Christopher Fynsk’in European Graduate School’daki “Maurice Blanchot’ya Kısa bir Giriş” sunumundan aldığım notlar. Fynsk’in Blanchot seminerinin ilk dersi bu, tüm dersleri playlist yapmışlar. Yer yer çeviriye yaklaşıyor ama birebir çevirmediğimden, en fazla not diyebilirim. EGS’nin gürültülü korkunç ses kayıtlarının baş ağrısı yaptığı iki veya dört kişinin işine yarar belki.

Genel olarak, Blanchot’nun 1930’lardan bugüne başkaları tarafından nasıl temkinle karşılandığından, gençliğindeki sağcılığından, etrafındaki haleden, şimdiye kadar tanıştığım Blanchot’ya bir yerden dokunmuş herkesten duyduğum “okudum ama ben tam bilmiyorum, güzel, nasıl desem, pek bir şey diyemem,” diye başlayan ifadelerin olası sebeplerinden bahsediyor. Giriş dersi olduğu için pek bir özet ya da argüman yok, ortamı ısıtmaya çalışıyor biraz da, o yüzden, oldukça övücü bir konuşma. Yüceler Yücesi Blanchot için.

Blanchot yaygın olarak bilinmiyor. Herkes bir duymuştur, etrafta hep “Blanchot’dan bir bölüm okudum, hakkında şöyle bir şey okudum” gibi şeyler duyarım fakat bu kişiler buradan doğru nasıl ilerleyeceklerini bilmezler genelde, yazarı belli bir yere oturtamazlar. Bugün teoriye dair güncel tartışmaya bakarsanız, Blanchot’nun 1985’ten beri bu tartışmadaki gölgemsi varlığını sezersiniz, daima sınırlarda yer alır. Alıntılanan, tartışmayı ilerleten bir noktadan doğru olmasa da, hep oradadır ama bir yandan tam olarak da orada değildir. Birisi Blanchot dedi mi bir duraksama yaşanır, konumların verili olduğu teorik alanda bir aksama olur.

Blanchot, güncel teoriyi teori kılan kişilerdendir, özellikle Fransa’da ve post-yapısalcılar arasında. Foucault, Deleuze, Derrida ve Lacan gibiler arasında Blanchot edebiyat sorusunu, yazınsal olana dair soruyu soran başlıca yazardı. Bu biraz mübalağa olarak görülebilir. Sonuçta bu yazarlar da Heidegger, Hölderlin gibi şiirsel yazarları okuyorlardı. Bu açıdan şiir, şiirsel/yazınsal dile dair sorular başka yollardan tartışmaya girmişti. Felsefe/şiir ya da düşünce/şiir açısından bunlar önemliydi.

Blanchot bu soruları kuramlaştırdı. Heidegger dahil herkesten daha ileriye taşıdı. Yaşamı boyunca iyi bir Heidegger okuruydu. Bir açıdan, post-yapısalcılık dediğimiz, edebiyat teorisini düşüncenin alanına taşıma hamlesi Blanchot’nun Heidegger’i okuyup kendi yazınsal pratiğini ve etkisini üretmesiyle gerçekleşti (maksadı ben abartmış olabilirim ama böyle anladım, üzgünüm).

Fakat, Blanchot’nun yazdıkları 70’lerden itibaren ve 80’lere doğru (1980/4’te Felaket Yazısı ile) fragmanlaşmaya başladı. Teorik detaylandırma ve özetlemeleri kullanmayı bıraktı. Yazdıklarının teorik referanslarına işaret etmek güçleşti. Hep oradaydı fakat onu teoride bir yere yerleştirmek zorlaşıyordu. Lacan, Derrida, Foucault ve Deleuze vb.’nin metinleri kendi başlarına teorik alanlardı fakat -çok kabaca söylersem- bir yere yerleştirilebiliyorlardı. Blanchot için bunu aynı şekilde söyleyemiyorduk. Alanın kuruluşu açısından, Blanchot’nun metinleri inatçı, ayrışmayan (recalcitrant) metinlerdi. Lacan vd.’nin metinleri de bu açıdan benzerdi, teorik bir özetlemeye, konumlandırmaya direniyorlardı, onları konumladığınızda indirgemiş oluyordunuz. Fakat teorinin alanı da böyle çalışıyordu: bu konumlamaları, neredeyse karşıt denebilecek düşünce mevzilerini kurmak. Bir yandan karşıt öte yandansa yakınlaşmaların ve etkileşimin olduğu bir alandı.

Ek olarak, kendilerini ‘post-yapısalcılık’ gibi bir yanlış isme yaklaştırmışlardı. Bu ismin kendisi de bir teorik aktivite, bir alanın kurulması anlamına geliyordu. Blanchot, o alana çekilmesi çok zor biriydi. Anılması zorunluydu fakat teorik bağlantıları pek net değildi.

Yazarlar Blanchot’nun erken dönem eleştirel yazılarına ve edebi eserlerine daha açık ve güçlü bir şekilde ilgi duyuyordu. İlk edebi eseri Karanlık Thomas (Metis, Thomas l’Obscur, 1941) üzerine Lacan ders verip, dersini kitaplaştırmıştı, Foucault onun hakkında yazıyordu. Geç dönem eserleri de okunuyordu fakat bunlar tartışmaya pek dahil edilmiyordu.

Benim de birkaç yıldır üzerinde çalıştığım “Öteye Adım Yok Ötesi” (Le pas au-delà, 1973) neredeyse hiç alıntı almaz. Ufak parçalar ya da ilginç Nietzsche ve bengi dönüş kısımları başka metinlerle iç içe geçirilir ama safi bu kitabın okumalarıyla karşılaşmazsınız. Felaket Yazısı daha fazla ilgi uyandırdı ama sadece belli bölümleriyle. O halde, elimizde Blanchot’nun eleştirel teori ve edebiyat eleştirisi üzerine düşünen erken dönem yapıtları ile kariyeri ilerledikçe özetlemesi ve konumlandırması zorlaşan metinleri var.

Sonuç olarak, herkes orada ya da burada biraz Blanchot okumuştur ama çok az sayıda insan, “evet Blanchot okuruyum, temel referanslarımdan biridir,” diyebilir. Bunda bir sorun görmüyorum; aksine, bunun akademide ve yayıncılığın kamusal alanında, teorik alanın nasıl kurulduğu ve sunulduğuyla bir ilgisi olduğunu düşünüyorum.

Son dönem eserlerinden bahsettiğimize göre iki ilginç noktayı anmak istiyorum. Özellikle Fransa’da, 60’lardan 80’lerin başına kadar, Blanchot’nun bir yazar ve düşünür olarak bir aura’sı vardı. Göz korkutucuydu, insanlar aptal görünme tehlikesiyle ve o yüce metnin karşısında yetersiz görünme korkusuyla, onun hakkında yazmamayı tercih ederdi. (Biraz da gülelim: tıpkı Fransızların İngilizce konuşmaktan, aptalca görünmemek adına, imtina etmesi gibi).

Jean-Luc Nancy, “birliktelik” (community) fikri etrafında Blanchot ile karşılaşmalarına istinaden, La communauté désoeuvrée’yi (The Inoperative Community) yazdıktan sonra Blanchot’nun ona yanıtının göz korkutucu olduğunu söylüyor. [0] Sonuç olarak, Blanchot’nun etrafında o dönem tuhaf bir sessizliğin olduğunu söyleyebiliriz.

Bu sessizliğin ikinci bir yanı Blanchot’nun politik geçmişiydi: bu herkes için rahatsız edici ve büyük bir soruydu. 30’larda Blanchot sağ düşünceye -yer yer aşırı sağa- yakın bir gazeteciydi. Bir anlamda devrimci sağ (?) ile yakınlaşıyordu ama Katolik bir noktadan, Fransız ulusunu yücelten yazarlarla yakındı. Milliyetçiydi.

Yaptığı her işte radikal bir düşünürdü. Siyasi bir tutkusu vardı. Bu tutkuyu sağ düşünceye aktardığında bunu da ödün vermeden yapmıştı. O dönemde, klasik sağ düşüncede görebildiğimiz bazı tüyler ürpertici ifadeleri vardı.

1938-1939 yılları civarında Blanchot’nun o pozisyondan doğru konuşma potansiyeli sarsılıverdi. Bunun apaçık bir tarihi yok. Christophe Bident’ın iyi bir Blanchot biyografisi var. Ek olarak Michael Holland’ın [1] ve Leslie Hill’in [2] kitapları var. Blanchot üzerine yazılmış epeyce metinden söz edilebilir fakat otoriter bir metin henüz yazılmış değil. 1938-1942 arası muğlaktı. Hala Vichy içindeydi, Pétain teslim olduğunda oradaydı, işbirlikçilerle iletişim halindeydi fakat eylemleri gölgedeydi, direnişçilerle de ilişkileri vardı.

1941-1942 yıllarında Georges Bataille ile tanıştı, yakınlaştı. Onunla sürdürdüğü tartışmalar olmuştu, düzenli buluştuklarını -büyük ölçüde Bataille’ın gözünden, çünkü Blanchot içine kapanıktı- biliyoruz. Bu buluşmaların Bataille’ın radikal düşünceleri üzerinde güçlü bir etkisi olmuştu. Pek bilmediğimiz ise Blanchot üzerindeki etkisi. Fakat, Blanchot savaş döneminden çıktığında açık bir şekilde sol düşünceye kaymıştı. Düşünceleri, 30’lardaki radikal yazılarıyla karşılaştırınca sadece siyasi düşünceleri ya da gazeteciliği diyemeyiz, edebi metinleri de buraya kaymıştı.

İlk kitabı Karanlık Thomas’ya 30’larda başlamıştı, tam tarihini bilmiyoruz. 1940’ta ilk hali yayımlandı, 250 sayfa civarıydı. Yoğun ve oldukça deneysel bir romandı. Bir anlamda roman formunu benimsiyordu ama gerçeküstücülüğün etkisini görebiliyordunuz. Kendi yazınsal biçimini yaratmıştı. Karanlık Thomas tuhaf bir çalışmaydı. Savaştan sonra tekrar baştan yazdı. Uzunluğu, ilkinin yaklaşık olarak dörtte biriydi. Bu başlı başına bir çalışma olabilir: kitabın iki versiyonu arasındaki dönüşümü incelemek. Bu inceleme, bir anlamda bugün savaş sonrası kimliğiyle bildiğimiz Blanchot’nun oluşumuna dair işaretler sunabilir.

Bu deneysel, tuhaf, uç metin Blanchot’nun sağ kanat gazeteciliğiyle tamamen uyumsuzdu. Bir çeşit bölünme yaşıyor gibiydi. Kendisi de söylemiştir, “bir gündüz varoluşum bir de gece varoluşum var,” diye. Gündüz varoluşunda çeşitli metinler yazıyor, sanırım bir dönem bir antropologla birlikte çalışıyor, yazar ve gazeteci olarak hayatını nasıl gerekiyorsa öyle geçiriyor. Geceleriyse, bizim Blanchot ile ilişkilendirdiğimiz metinleri yazıyor. O keskin yazınsal deneyleri. Savaş sırasında bir noktada bu yarılmış varoluşlar iç içe geçiyor, ikilik artık sürdürülemez oluyor. Düşünceler yazıyla uzlaşıyor. Bütün yazınsal pratiği, bugün bildiğimiz haliyle Blanchot’ya doğru evriliyor.

80’lerin başlarında Victor Farias’ın kitabıyla [3] patlak veren Heidegger olayı birçok insan için bir aydınlanma anlamına gelmişti. Heidegger üzerine çalışıyorsanız malzemelerden çoğunun zaten ortada olduğunu bilirsiniz. Fakat önceden bu bağlamda okunmamıştı. Bir ara verip bunun hakkında konuşalım çünkü ilginç bir tarihi olay. Heidegger’in Nazilere dahil olduğu, savaş sonrası dönemde biliniyordu. Sonradan, Fransızlar tarafından düzenlenen nazisizleştirme sürecine katılması gerekmişti. Heidegger’in kim olduğu, ne yaptığına dair bir gizem yoktu. Ne derecede aktif katılım gösterdiğine, üst pozisyonlara ne denli talip olduğuna dair çok fazla bilgi yoktu ama bunlar detaydı. Politik bağlılıkları konusunda kimsenin kafası karışık değildi.

70’lerin sonu, 80’lerin başında Shoah’ya dair -özellikle Claude Lanzmann’ın filminin adıyla anıyorum çünkü bir çeşit sosyokültürel adımdan ya da olaydan söz edilebilir- yeni sorular sorulmaya başlandı. Nachträglich/Belated/Gecikmiş bir şekilde Fransız toplumu Holokost’u ele almaya başladı. Heidegger üzerine ilgili kitabın yayımlanması bu süreçle kesişti: Shoah’ya yeni(den) bir ilgi uyandı. Heidegger’in siyasi düşüncesi tekrardan değerlendirilebilir oldu, kendini yeni okumalara açtı. Blanchot bir anlamda bu dalgaya yakalandı. İnsanlar onun ne yaptığını pek bilmiyordu, sağ kanattan olduğunu biliyordu. İlginç bir olgu olarak, Levinas’la, 20’lerden gelen yakın arkadaşlıkları biliniyordu. İkisi de Strazburg’da Heidegger üzerine çalışıyorlardı. Blanchot biraz da filosemitik olarak biliniyordu, çok fazla Yahudi arkadaşı vardı. Bu da sağcılar arasında sorun teşkil ediyordu. Yazdıkları bu açıdan biraz muğlaktı çünkü yazdıklarında anti-semitist görüşlere sahip aşırı sağ söylemi itham etmiyordu.

Bu yüzden, 70’ler ve 80’lerin başında Blanchot’ya dair çok fazla soru vardı. Bir yandan, Lacan, Derrida, Deleuze ve Foucault gibi dönemin en saygın düşünürlerinin seçilmiş kişi olarak gördüğü, göz korkutan bir yazınsal figürdü. Öte yandansa altından ne çıkacağı hiç belli olmayan ürkütücü birisi. Dolayısıyla, bu dönemde Blanchot’ya karşı ihtiyatlı bir sessizlik hüküm sürdü.

Nancy, belli bir yazara, düşünüre ya da sanatçıya dair yazı yazabilecek en iyi kişilerin yazdığı metinlerden oluşan, çok kaliteli bir koleksiyon olmayı amaçlayan “Cahiers de l’Herne” serisinde Blanchot kitabı yapmayı denedi. Lacoue-Labarthe ve Nancy kitap için yazı yazacak kişiler aradılar fakat katkı sağlayacak pek kimse bulamadılar. Davetlerini sadece birkaç kişi kabul etti. Bazı şaşırtıcı ret cevapları geldi. 70’ler ve 80’lerde, pek kimse Blanchot’ya dokunmak istemiyordu.

80’lerden 2000’lerin başına kadar bu tedirginlik devam etti. Blanchot’nun tartışmaya dahil edilmesi oldukça yavaş gerçekleşti. Bu yolda hem 30’larda ve 40’larda neler olup bittiğine dair görüşler gelişti hem de metinleri daha ciddi, dikkatlice ve etraflıca okunmaya başlandı. Bugün olana ise bir çeşit dönüş, ilgilerin yenilenmesi denebilir. Leslie Hill güzel bir kitap yazdı, iki hafta önce yayımlandı: Maurice Blanchot and Fragmentary Writing, tavsiye ederim.

Çeşitli yerlerde Blanchot’yu yenilenmiş bir kapasiteyle okumaya dair  işaretler bulunuyor. Bu şekilde okunmaya başlaması bence yeni bir şey. O halde, birkaç sözle bağlayayım. Sanırım modern Fransız düşüncesinde Blanchot’nun kapladığı alana dair bir taslak çizmiş oldum. İlk büyük edebi eseri Karanlık Thomas’ydı. Savaş sonrası dönemde edebiyat teorisi ve yazınsal düşünceye dair iki önemli derlemesi vardı: Yazınsal Uzam (YKY, L’espace littéraire) ve Le Livre à venir (The Book to Come). Fransız düşünce bağlamını işaretleyen, denemelerden oluşan kitaplar. Başka kitapları da vardı, La part du feu (çevrilmemiş, Ateşin Payı), Dostluk (çevrilmemiş [4], L’amitié) ya başka hatırlamadığım derlemeler. Ama özellikle işaret etmek istediklerim, ilk andığım iki kitap.

40’lar, 50’ler ve 60’lar boyunca Blanchot haftalık olarak düzenli yazıyordu. Başka metinleri değerlendirme amacıyla denemeler yazıyordu. Yazdıklarının bazıları daha mütefekkirdi. Uzunca bir süre La Nouvelle Revue Française’de yazdı. Döneminin, önde gelen çok çeşitli Avrupa merkezli metinlerini yorumluyordu. Yayımlarına baktığınızda, yazınsal düşünceye dair pratiği büsbütün şaşırtıcıydı. Eleştirel angajmanı kendine hastı. Şahane bir okurdu. Gide’i, Alman yazarlarını, ne bileyim, Rilke’yi ya da bir başkasına dair yazdıklarını okurken bu yazarları Blanchot’nun okumasıyla okuyordunuz. Olağanüstü bir üretimi vardı, dönemin yazınsal üretimini yakından takip ediyordu.

40’lar, 50’ler ve 60’larda edebiyat eleştirisi, -modern kıta Avrupası felsefesinin sıkı bir okuru olduğundan felsefe yüklü- edebiyat teorisi ve edebiyat eserleri verdi. Deneysel metinler yazmaya devam etti. Deneysel ama bir yandan da tuhaf bir şekilde güzel metinler. Savaş sonrası dönemde biri Blanchot’dan bahsettiğinde edebiyat eleştirmeni ve yazar kimliğine işaret ediyordu ama belki her şeyden önce, yazar kimliğine. Bence, Blanchot’nun üstünlüğü daima yazarlığında gizliydi. Savaş sonrası dönemde Fransız yazınında neredeyse egemen bir pozisyonu oldu. Her zaman egemenlik kavramını ve otoriteyi yapısöküme uğratmayı amaçlamış, yazıda günden güne daha çok anonimliği savunmuş olsa da. O yüzden, “yazarın ölümü” tartışması kolayca Blanchot’nun yapıtlarıyla düşünülebilir.

On yıllar boyunca üretkenliğini sürdürdü. Geniş, olağanüstü zengin bir külliyatı var. Aynı zamanda, o derece zorlu bir külliyat. Tüm bunlar da Blanchot’ya dair o müphemliği, “Blanchot kim?” sorusunu besliyor. Etkileyici ve zorlu bir kariyer ama işte bir yandan da çok güzel. Yazdıklarından büyülenmek çok kolay, birden geri dönülmez bir yola girebilirsiniz yazdıklarını okudukça. Benim amacım da sizi bu yolda baştan çıkarmak, size bu tuhaf tutkuyu aktarmak. Bunlara dair sorularınız var mı? 🙂


[0] Burada Fynsk’in bahsettiği metin Blanchot’nun İtiraf Edilemeyen Cemaat’i olmalı, emin değilim.

[1] Michael Holland (ed.), The Blanchot Reader, Wiley-Blackwell, 1995

[2] Leslie Hill, Maurice Blanchot and Fragmentary Writing: A Change of Epoch, Continuum, 2012

[3] Victor Farías, Heidegger And Nazism, Temple Univ Press, 1989 (Heidegger y el Nazismo, 1987)

[4] Blanchot’nun Dostluk kitabının çevirisini bulamadım. Murat Erşen’in Gazete Karınca için çevirdiği bir pasaj varmış.

Sembolist Edebiyat (Çeviri)

(Brittanica’nın Sembolist Edebiyat makalesinin çevirisi. Rodenbach okuyunca merak ettim sembolistleri. Tersine’yi okumalıyım.)

19. yüzyıl sonlarında Fransız şairleri arasında kısmen organize bir şekilde doğan edebi ve sanatsal bir hareket olarak Sembolizm, resim ve tiyatroya genişledi, 20. yüzyıl Avrupalı ve Amerikalı edebiyatçılarını çeşitli derecelerde etkiledi. Sembolist sanatçılar bireyin duygusal deneyimini incelikli ve davetkar bir simgesel dille ifade etmenin yollarını aradılar.

Sembolist Edebiyat

Başlıca sembolistler arasında Fransız Stéphane Mallarmé, Paul Verlaine, Arthur Rimbaud, Jules Laforgue, Henri de Régnier, René Ghil, ve Gustave Kahn; Belçikalı Émile Verhaeren ve Georges Rodenbach; Yunanistan’da doğan Jean Moréas; ve Amerika’da doğan Francis Viélé-Griffin ve Stuart Merrill sayılır. Sembolizmin önde gelen eleştirmeni Rémy de Gourmont, sembolist kriterleri Joris-Karl Huysmans‘ın romanına ve Belçikalı Maurice Maeterlinck‘in oyunlarına uyguladı. Fransız şairleri Paul Valéry ve Paul Claudel de yer yer sembolistlerin 20. yüzyıl mirasçıları olarak değerlendirilir.

Sembolizm, Fransız şiirinde hem teknik hem de tematik olarak hüküm süren, Parnasçı şiirdeki titiz/kesin tasvirlerde açığa çıkan, katı kurallara başkaldıran Fransız şairlerle doğdu. Sembolistler şiiri açıklayıcı işlevinden ve biçimselleşmiş hitabetten özgürleştirerek insanın iç dünyasında ve deneyimlerindeki anlık, dolaysız duyumları tarif etmeyi arzuladılar.

Serbestçe ve büyük ölçüde kişisel bir şekilde metaforları ve imajları kullanarak insanın iç dünyasında, kelimelerle ifade edilemeyen sezgileri ve duyusal izlenimleri hissettirmeye, varoluşun altında yatan gizemi aktarmaya çalıştılar. Bu metafor ve imajlar kesin bir anlamdan yoksun olsalar da, şairin zihinsel durumunu aktarabilir ve ifade edilemez gerçekliğin “karanlık ve çapraşık birliğini” sezindirebilirdi.

Verlaine ve Rimbaud gibi sembolizmin önde gelenleri Charles Baudelaire‘in şiiri ve düşüncesinden derinden etkilenmişlerdi, özellikle de Kötülük Çiçekleri (1857) şiirlerinden. Baudelaire‘in duyular arası örtüşmeler kavramını benimseyerek, bunu sanatların sentezine dair Wagnerci idealle birleştirerek şiirin müzikal niteliklerine dair özgün bir kavrayış üretmeye çalıştılar. Böylelikle, sembolistlere göre şiirdeki tema, dikkatlice seçilmiş kelimelere içkin armoniler, tonlar ve renklerin hassas kullanımıyla geliştirilebilir ve düzenlenebilir (orchestrate).

Sembolistlerin şiirsel aracın esas ve içkin niteliklerini vurgulama girişimleri, sanatı diğer bütün ifade araçları ve bilgi türlerinden üstün bir yere yerleştirmelerinden temellenir. Bu da, dolayısıyla, onların fiziksel dünyanın altında başka bir maddilik ve bireyselliğin, özü ancak sanat eserine katkı sunan veya ondan kaynaklanan öznel duygusal tepkilerinde temellenen başka bir gerçekliğin olduğuna dair idealist inançlarına dayanır.

Verlaine‘in Romances sans paroles (1874; Songs Without Words) ya da Mallarmé’nin L’Après-midi d’un faune (1876) eserleri gibi başyapıtlar bu yenilikçi Fransız şairlerinin doğmakta olan yeniliklerine artan bir ilgi uyandırdılar. Sembolist manifesto Jean Moréas tarafından Le Figaro’da 18 Eylül 1886’da yayımlandı; burada şair gerçekçi tiyatronun betimleyici eğilimlerine, natüralist romana ve Parnasçı şiire saldırdı. Bunun yanı sıra, Baudelaire ve diğerlerini ifade etmek için kullanılan dekadan terimini, sembolist ve sembolizm terimleriyle yer değiştirmeyi önerdi. 1880’lerin sonlarında birçok küçük sembolist değerlendirme yazıları ve dergiler ortaya çıktı, yazarları harekete düşman eleştirmenlerin saldırılarına karşı bağımsız tartışmalara katıldı. Mallarmé sembolistlerin lideri oldu ve Divagations (1897) hareketin estetiğine dair en değerli açıklama olarak günümüze kaldı. Katı metrik kalıplardan kaçmak ve daha özgür şiirsel ritimlere ulaşmak için çabalarında sembolist şairler, bugün artık güncel şiirin temel biçimleri haline gelen nesir şiirlerin ve serbest vezinin alaşımlarına başvurdular.

Sembolist hareket Rusya’ya da sıçradı. Valery Bryusov, 1894-1895 arasındaki Rus ve Fransız sembolist şiirlerinden bir antoloji yayımladı. Rusya’da bu hareketle birlikte şiirin canlanmasının öncüsü Vladimir Sergeyevich Solovyov oldu. Onun şiiri, dünyanın metafizik gerçeklikleri dışavuran bir semboller sistemi olduğuna dair bir inancı ifade ediyordu. Hareketin en büyük şairi Aleksandr Blok, Dvenadtsat’ta (1918; The Twelve) Rus Devrimi’yle Tanrı’yı, on iki Kızıl Ordu üyesinin, İsa’nın önderliğinde Yeni Dünya’nın havarileri olarak apokaliptik bir imgelemle birleştirdi. Diğer Rus sembolist şairleri Vyacheslav Ivanovich Ivanov, Fyodor Sologub, Andrey Bely ve Nikolay Gumilyov idi.

Şiirde sembolist hareket zirvesine 1890 civarlarında ulaştı ve 1900’lerde yokuş aşağı bir düşüşe geçti. Sembolist şiirin atmosferik, odaklanmayan imgelemi fazla arıtılmış ve yapmacıklı görülmeye, sembolistlerin bir zamanlar övünerek sahiplendiği dekadan terimi de diğerleri gibi yüzyıl sonu süslü anlatımını imleyen alaycı bir terime dönüştü. Yine de, sembolist eserler 20. yüzyıl İngiliz ve Amerikan edebiyatında güçlü ve kalıcı etki bıraktılar. Bu deneysel yöntemler, modern şiirin yöntemleriyle zenginleşti ve sembolist teoriler W. B. Yeats ve T. S. Eliot’un şiirlerinde; armoninin ve imgesel desenlerin anlatıya üstünlük kurduğu, James Joyce ve Virginia Woolf’un temsil ettiği modern romanda meyvesini verdi.

Sembolist romanın başarılı nadir örneklerinden biri J. K. Huysmans‘ın Tersine (1884) romanı oldu. Kitap sıkılmış bir aristokratın çeşitli ve şaşırtıcı derecede becerikli deneylerini estetik dekadansta hikaye etti. 20. yüzyıl Amerikan eleştirmeni Edmund Wilson‘ın sembolist harekete dair araştırması, Axel’s Castle (1931) bir modern edebiyat araştırması klasiği ve harekete dair yetkin bir çalışma olarak kabul edilir.

Tek Cümlelik Nobel Edebiyat Ödülü Açıklamaları (1990-2017)

Açıklamaları Nobel’in sitesinden çevirdim -kesin başkaları çok daha nitelikli bir şekilde çevirmiştir, amacım elbette iyi çeviriden ziyade yakın okuma yapmak ve çeşitli kelimeler üzerinde vakit harcamak. Nobel Edebiyat Ödülü veren jüriler kendilerini ne denli edebi bir biçimde açıklıyorlar? Dünyanın edebiyat olayı olarak görülen o törene dair, bir ya da birkaç tweet uzunluğundaki metni sunarken hangi sözcükleri imtinayla seçiyorlar? Kendilerine, geçmişe yönelik, en iyi “ödül açıklaması” ödülü verseler hangi açıklamaya verirler acaba? Benim üç adayım: Coetzee (yabancılık), Munro (rakipsizlik) ve Alexievich (çokseslilik).

2018 yılında, akademi üyesi Katarina Frostenson’ın eşi, suçu ispatlanmış tecavüz suçlusu Jean-Claude Arnault’a dair 18 kadın tarafından yöneltilen taciz suçlamaları sebebiyle Nobel Edebiyat Ödülü verilmiyor. Hollywood karıştı, İsveç karıştı, pek çok yerde eylemler, tartışmalar kaynamakta, darısı hayatın her alanında Türkiye’nin başına… 

Yakın geçmişi merak ettiğimden ve de çevirmeyi denerken üşengeçlik gösterdiğimden 1990’a kadar iz sürdüm.


2017
Müthiş duygu yüklü romanlarında, dünyayla olan aldatıcı bağlarımıza dair aldatıcı duyularımızın altındaki dipsiz boşluğu açığa çıkaran Kazuo Ishiguro.

2016
Büyük Amerikan şarkı geleneğinde yeni şiirsel ifadeler yarattığından Bob Dylan.

2015
Zamanımızda, acı çekmeye ve cesarete dair anıt olan çoksesli yazıları sebebiyle Svetlana Alexievich.

2014
Kavranması güç insan yazgılarını anımsatan ve zanaatin yaşam-dünyasının gizemini aralayan hafıza sanatı sebebiyle Patrick Modiano.

2013
Çağdaş öykücülüğün ustası, Alice Munro.

2012
Halisünatif gerçekçiliğiyle halk hikâyelerini, tarihi ve çağdaşı kaynaştıran, Mo Yan.

2011
Sıkıştırılmış, yarı saydam imgeleriyle bize gerçekliğe ferah bir erişim sağladığı için, Tomas Tranströmer.

2010
İktidar yapılarının haritacılığına ve bireyin direniş, isyan ve bozgununa dair dokunaklı imgeleri sebebiyle, Mario Vargas Llosa.

2009
Şiirsel yoğunluk ve nesrin samimiyetiyle, mülksüzleştirilmişlerin peyzajını tasvir eden, Herta Müller.

2008
Yeni başlangıçların, şiirsel macera ve duyumsal esrimenin yazarı, hüküm süren uygarlığın ötesinde ve berisindeki insanlığın kaşifi, Jean-Marie Gustave Le Clézio.

2007
Kadın deneyiminin destansı anlatıcısı; kuşku, ateş ve öngörülerle dolu bir güçle bölünmüş uygarlığı tetkik eden, Doris Lessing.

2006
Doğup büyüdüğü kentin melankolik ruhunun arayışında, kültürlerin çarpışması ve iç içe geçmesine dair yeni semboller keşfeden, Orhan Pamuk.

2005
Oyunlarında gündelik gevezeliklerin ardındaki uçurumların örtüsünü kaldıran ve tahakkümün kapalı odalarına girişi zorlayan, Harold Pinter.

2004
Romanlarında ses ve karşı-seslerin ahenkli akışıyla ve oyunlarındaki olağanüstü dilsel coşkunlukla toplumun klişelerini ve hükmedici gücünü su yüzüne çıkaran, Elfreide Jelinek.

2003
Yabancı figürün şaşırtıcı dahil oluşunu sayısız kılıkta resmeden, John M. Coetzee.

2002
Tarihin barbar keyfiliğine karşı bireyin kırılgan deneyiminin tarafını tutan yazınıyla, Imre Kertész.

2001
sezgi yüklü anlatısı ve dürüst tetkiklerle yüklü çalışmalarıyla, bastırılmış tarihlerin mevcudiyetine tanık olmaya zorlayan, Sir Vidiadhar Surajprasad Naipaul.

2000
Evrensel geçerlilik, keskin sezgiler ve dilsel becerilerle dolu bir külliyatla, Çin roman ve dramasına yeni yollar açan, Gao Xingjian.

1999
Tarihin unutulmuş yüzünü resmeden, yerinde duramayan kara masallarıyla, Günter Grass.

1998
Mütemadiyen hayal gücü, tutku ve ironiye dayanan kıssalarıyla, yakalanması güç gerçekliği kavramamızı sağlayan, José Saramago.

1997
İktidarı oyarken ve ezilenlerin onurunu savunuruken Orta Çağ’ın soytarılarına öykünen, Dario Fo.

1996
İronik hassasiyetiyle insanlığın hakikatindeki parçaların tarihsel ve biyolojik bağlamına ışık tutan bir şiirsellik sebebiyle, Wislawa Szymborska.

1995
Lirik güzellik ve etik derinliğe sahip çalışmalarıyla, günlük mucizeleri ve sürmekte olan geçmişi yücelten, Seamus Heaney.

1994
Günümüz insani açmazlarının huzursuz bir tasvirini kurmak için hayat ve miti birbirine geçiren, şiirsel bir güçle hayali bir dünya yaratan, Kenzaburo Oe.

1993
Önsezilerinin gücü ve şiirsel ifadeleriyle nitelenen romanlarıyla, Amerikan gerçekliğinin esas çehresine hayat veren, Toni Morrison.

1992
Tarihsel bakışla sürdürdüğü müthiş parıltılı şiirsel külliyatla, çok kültürlülüğe dair özverilerinin bir çıktısı olarak, Derek Walcott.

1991
Fevkalade epik yazımıyla -Alfred Nobel’in ifadesiyle- insanlığa müthiş faydalar sağlayan, Nadine Gordimer.

1990
Geniş ufuklarla dolu coşkulu yazımıyla, tensel zekası ve hümanist doğruluğuyla nitelelen, Octavio Paz.

Emily Reynolds – Kendimi İmha Etmek İçin İçiyorum (Çeviri)

Gazetecilerin kendi hayatlarına dönüp baktıkları alkolizm denemeleri ilgimi çekiyor. Çeviriden anlamam, daha önce William Leith’in “İçkinin hayatımı teslim almasına nasıl izin verdim” yazısını çevirmeye çalıştım. Şimdi de meseleye daha olumlu bir yerden yaklaşan Emily Reynolds’un yazısını çevirmek istedim. Metinle yakınlaşayım diye… Aradaki perspektif farkı herhâlde Trainspotting ve Requiem for a Dream arasındakinden birazcık daha kısa ve çok daha sorunsuz. İki yazının yazarlarının ortak özelliği, gayet iyi işleyen alkolikler (high-functioning alcoholic) olmaları, özgeçmişleri epey parlak. 20’lerindeki Reynolds’ın bu metindeki düşünceleri yıllar içinde değişmeye teşne olabilir çünkü alkolizme giden yol ile ilgili üç ana kaynak olarak andığı biyoloji (genetik), toplumsallık ve psikoloji alkolizme giriş ve çıkış için önemli bir diğer bileşeni içermiyor: fizyoloji. Elbet yıllar sonra yeni bir metin yazdığında, o, başka birinin yazdığı başka bir metin ve hayat anlatısı olacak. Belki de sabit kalır bir Demirkubuz karakteri gibi. Neyse, hamiş vakti: bu yazıyı çevirmeye çalıştığım birkaç gün içinde bir yandan da Sharp Objects izliyor olmak beni yine kör kuyulara sürükledi, sürüklüyor.


Kendimi İmha Etmek İçin İçiyorum

Bırakmak çok kolay, yine de imkânsız gibi geliyor

Emily Reynolds, 27 Ağustos 2018, Medium

(Metnin aslı)

İlk defa sarhoş olduğumda -gerçekten sarhoş- 14 yaşındaydım. Mevsimlerden yazdı, tek başımaydım; annem hemşireydi ve günde 16 saat çalışıyordu, beni yapacak hiçbir şeyin olmadığı bir evde yalnız başıma bırakıyordu. Herhalde başka bir genç bu kazara özgürlük içinde alem yapmaya başlardı. Ben, basitçe hiçbir arkadaşı olmayan ben, başımı belaya sokmadım -en azından o zamanlarda aşikar olacak bir belaya.

Rutinim basitti. Sabah 9’da kalkar ve bilgisayarı açar, karanlık ve soluk çalışma odasında, gece yatma vakti gelene kadar yabancılarla konuşurdum. Bir gün içki içmeye karar verdim.

Ailemin alkol dolabını açmaya beni itenin ne olduğuna dair hiçbir fikrim yok. Bildiğim tek şey bunu bir zorunluluk gibi hissettiğim; içmek hoşuma gitmedi, daha ziyade bir mecburiyet ya da garip bir sorumluluk hissettim. Öylesine bir yudum almadım, uçarı bir şekilde keyiflenmedim, bu eylem bana bir kuralı yıkmanın yasadışılığının heyecanını da vermedi. Yavaşça ve angarya bir işmişçesine neşesizce lıkırdatarak içtim, ta ki birkaç saat sonra annemin oturma odasının pencere camına ısrarla vurmasıyla uyanmama dek. Ben sızmışım, o da anahtarlarını unutmuş. Beni yatırdı, bir daha bunun hakkında konuşmadık.

Hâlâ hayatında ilk kez partilerde sarhoş olmuş arkadaşlarımı kıskanırım, büyük kardeşlerinden şeftali schnapps şişeleri ya da köpek öldüren şarap çalmış, rutubetli çimenlerin üzerinde kendilerinden geçmişlerdir; aşırı eğlenmekten dolayı hastalanan bu kişileri çok kıskanırım. O zamanlar, içki içmek benim için bir eğlence olmadı -zevk ve keyif de yoktu. O günlerde farkına varmadığım -hem içme arzum hem de bu konuda nasıl davrandığım ile ilgili olan o- şey, hayatımın büyük bölümüne hükmeden ve bağımlılık hakkında çok şey anlatan, kayıtsızlığa dair sonu gelmeyen bir arayıştı.

Benim için hiçbir yere varmamanın en hızlı yolu

Eğlenmek istemediğim için, başka hiçbir şey hissetmek de istemiyordum. İstediğim, olduğum her şeyden tamamen sıyrılmaktı: imha olmak ve tekrardan inşa etmek. Bireyliğimin en temel hâline indirgenmek, mutlak boşluk olmak istiyordum. Bedenimden bir şekilde ayrışmak, mümkünse var olduğumu unutmak istiyordum.

O noktaya acıyla da geldim, tıbbi malzeme kutusundan çaldığım neşterle tenimden şeritler keserken; sonraları uyuşturucu ve seks ile, ve kendimi aç bırakarak. Ama içmek daha hızlıydı -ve hâlâ, bugün de, benim için hiçbir yere varmamanın en hızlı yolu.

. . .

Garip bir şekilde, bana alkol ile ilgili çok fazla şey hatırlattığı için bir mouse pad aldım. Bir Louis Wain baskısı —bir masanın etrafında duran beş kedi, küçük kapları içmek için dolduruyorlar. Kedilerin bazıları oldukça sevimli, yüzlerine düzmece bir sırıtma iliştirilmiş. Ama iki tanesi manyakça duruyor, süte bakarken tamamen kafayı yemiş gibi.

Eğer bunlar romantik şeyler gibi geliyorsa, sebebi öyle hissetmemdir —gerçekten bunaltıcı bir takıntı. Yedi ay ayık kaldıktan sonraki ilk içkim, aşık olmak gibiydi. Bir arkadaşımla akşam yemeğine çıkıp birer bardak şarap içmeye karar verdik —sadece bir bardak. Bir şişe aldık, sonrasında kendi payımın sonuna geldim, bir çocuğun gazoz içişi gibi kana kana içtim. Başım döndü, hakikaten yükselmiş hissettim —sanki ilk buluşmadaymışım gibi. İçkimi bitirdim. Restoranı terk ettiğimizde, bir an duraksadım ve onun bardağının dibindeki tortuyu da içtim. İğrençti. Erotikti. O an, hayatımda o güne kadar yaptığım her şeyden daha mantıklı geldi.

Heyecanın bir kısmı da risk, elbette, başınıza gelenlerini umursamamak —hasta olmak, canın yanması, hatta ölmek. Tekrar içmeye başlamamdan aylar önce, yiyeceğimiz yemeğin kuliner değerine ikna olmayan bir adamla steak tartare yerken, şeylerin birincil olarak keyif vericiliklerinden değil aynı zamanda risklerinden de keyif aldığımı fark ettim. Ağzımdaki çiğ etin tadını ne kadar seviyordum, ya çiğ yumurtanın? Bana ne kadar lezzetli geliyordu, gerçekten? Peki ya bu zevkin ne kadarı yediğim şeyin beni hasta edebileceği fikriyle ilgiliydi —basit, alelade bir şekilde hasta edebileceği? Belki de bu gibi riskleri alan bir insan olduğum fikrini sevdim.

Bu aynı zamanda da eğlenceli! Sıkça kayıtsızlık hissine düşüyorum, evet, ama bu bir öte yandan da neşenin olmadığı anlamına gelmiyor: Asla iki üç içkiden sonra, sokakta bir partiye, buluşmaya ya da bir pub’a giderken, umut ve imkânlarla dolu o geceyi, özellikle, daha fazla alkolü düşünürken içinde olduğum ruh hâlinden daha iyi hissetmedim. Simya tuttuğunda — hâlâ kontrol elindeyken, daha çok içkinin geleceğini ve seni hiçbir şey ya da hiçbir kimsenin durduramayacağını bilirken— gerçekten büyülü bir durum oluyor. İçmek seni yaşamın vahşi kalbinin içine yerleştiriyor: Yozlaşmış, duyumsal ve özgür hissediyorsun, tüm sinirlerin zaptedilemez bir feral enerjiyle doluyor.

Yine de çaresiz, huzursuz bir heyecan, sabah işe gideceğini hatırladığın bir partide olmak gibi, yarım saat içinde terk etmen gereken bir otel odasında sevişmek gibi, yazın bütün o güneşi altında güneş kremsiz yatmak gibi, yanacağını bilmek fakat ânı da korumaya çalışmak istemek, teninin sıcaklığının tadını çıkarmak. Bir şeyden çıkabilecek şeyi sonuna kadar çekmek için yapılan doyumsuz bir baskı —teninin tamamına sokulan o somut, yükselen delilik.

İçki içtiğin için uğultuyu da, harareti ve heyecanı da hissediyorsun, o tanıdık parıltı boğazında başlıyor ve yavaşça bütün bedenine yayılıyor. Yüzün kızarıyor; kalçaların ateş saçıyor, omzundaki altın rengi saçların güneşte parlıyor. O ânın sonsuza dek süremeyeceğini biliyorsun —sonsuza dek sarhoş kalamazsın, hayatını bu şekilde yaşayamazsın — ama aynı zamanda duramazsın da, bunu elinden bırakamazsın. Bir battaniye gibi ona sarılırsın, seni terk etmeye, gitmeye çalışan bir sevgilinin bacağı gibi.

. . .

Alkol sana ne yapıyor, tam olarak? Şişiriyor ve lekeler bırakıyor, tenini kuru, kızarık ve kabarık hâle getiriyor. Organlarına zarar veriyor, birden ve rastgele bir biçimde, sebepsiz ve habersiz yere bedenine sancılar saplıyor. Tüm sabahları imkânsız kılıyor, daimi bir akşamdan kalmalık hâli, kalınan bir akşamı ortadan kaldırıyor, artık uyandığında hep sanki birkaç araba çarpmış gibi hissetmeye uyum sağlıyorsun. Sabahları yemek yemek için fazla hasta hissediyor, o yüzden akşamları saçma derecede fazla tıkınıyorsun.

Alkol aynı zamanda arkadaşlıklarına da zarar veriyor, insanların senden bıkmasına sebep oluyor. Kötü kararlar vermene ve aslında unutmaman gereken şeyleri unutmana yardımcı oluyor. Seksi mahvediyor: seni pasaklı ve çekici olmayan bir hâle getiriyor, ya da basitçe, sızmana sebep oluyor. Alman gereken ilaçları almıyorsun. Mesajlara cevap vermeyi unutuyorsun, ya da daha kötüsü, kin dolu, fazla içten veya ayık olduğunda hissediyor olsan bile o anda yanlış ifade ettiğin ya da dönüşü olmayan bir tutkuyla yazdığın mesajlar gönderiyorsun. Kimliğin olmadan sana hizmet vermeyeceğini söyleyen market görevlisine çıkışıyorsun, sokakta sevdiğin insanlara bağırıyorsun ve sonunda neden sinirli olduğuna dair hiçbir hatırân olmadan uyanıyorsun. Arkadaşın o gün eve erken dönmek istediğinde ya da daha fazla içmek istemediğinde tedirgin oluyorsun. Eğer içkin biterse ve daha fazla alman mümkün değilse, panikliyorsun, hakiki bir varoluşsal korku boğazının etrafını sarıyor. Seni tehlikeye sokuyor ve birinin yardımlarına karşı çok acımasız ve dobra kılıyor.

Henüz bilmediğim şey, içmenin beni öldürüp öldürmeyeceği

Aynı zamanda seni çok temelden değiştiriyor. Bazı çalışmalar alkolizmin, tıpkı travma gibi, nöral yollarını baştan sona değiştirdiğini iddia ediyor: Alkol beynini yeniden yapılandırıyor, nöronlarında seni içmeye devam etmek zorunda hissettiren örüntüler kuruyor.

Bağımlılık, çoğumuz için, kendimizi dönüştürme arzusuyla başlıyor: kendimizi yeni bir şey ya da yeni birisi olarak biçimlendirme ve kaçınılmaz olmadığını umduğumuz o diğer kısımları reddetme. Ve bunu başarıyor: Kemiklerini, kanını, beynini değiştiriyor. Umduğun dönüşüm bu değil, ama yine de oluveriyor.

. . .

Ben şanslıyım. 26 yaşındayım, yani genç yaştayım. Sıkı çalışıyor, iyi iş görüyorum. İçki yüzünden işe gidemediğim ya da çalışırken sarhoş olduğum bir durum hiç olmadı. Asla bir teslim tarihini kaçırmadım, en dibe vurduğum anlarda bile. Bir ultrasonda karaciğerimin zarar gördüğü ortaya çıktığında, çok geç kalmadığımı, eğer istersem bunu düzeltebileceğimi söylediler. Ben de, hayati bir şekilde, yardım almaya dair yetenekliyim: İyileşmenin ne demek olduğunu ve oraya varabilmek için neler yapmam gerektiğini anlıyorum. Bunu daha önce de yaptım, şu anda da yapmaya devam ediyorum.

Henüz bilmediğim şey, içmenin beni öldürüp öldürmeyeceği. Beni baştan çıkartan bu: İyileşmek hem çok kolay hem de imkânsız. Sonuçta, içki içmemekten daha kolay ne olabilir? Eve giderken iki şişe şarap almayı bırakmaktan? Arkadaşlarınızla aynı hızda içmekten, dört durak gittiğiniz bir yolculukta yanınıza matara almamaktan, buzdolabına şarap almak için her gittiğinizde bardağınızı ağzının son noktasına kadar doldurmamaktan?

İçmek sizi bencil, sevgisiz ve kaba yapabilir, önceliklerinizi sizi tanınmayacak hâle getirecek kadar yer değiştirebilir, sizi alçak, vurdumduymaz, zalim, düşüncesiz ve zor bir insan yapabilir. Çoğu zaman da bu bir seçimmiş gibi gelir: o şeyler olmayı, yaptıklarınızı, gerçekten söylememeniz gereken o şeyleri söylemeyi siz seçmişsiniz gibi hissedersiniz.

Yine de durmazsınız. Şaraplarla dolu reyondan sepetiniz boş geçemezsiniz. Birisi tek değil de duble ister misiniz dediğinde, “yok, teşekkür ederim” demezsiniz. Arkadaşınız tuvaletteyken barda bir shot daha atarsınız. Biriyle beraber yemek pişirirken o kişi arkasını döndüğünde şişeden bir yudum alırsınız. Marketten ekşimiş, alkol kokan nefesinizi saklamak için sakız alma amacıyla yolunuzu uzatırsınız. Bağımlılık bazen pasif hissettirir, sanki sizin başınıza gelmiş bir şey gibi. Ama bazen de aktiftir. Bazen kurban değil de fail sizsinizdir. Bazen, zararı yaratan bizzat sizsinizdir.

Korkunç olan şeyse, tedavinin mümkün olmasıdır, erişilebileceğini bilirsiniz. Onu gördünüz! Ona dokundunuz! Bizzat deneyimlediniz. Buluşmalara gidersiniz, doktorunuzu görürsünüz, terapistinize nasıl hissettiğinizi anlatırsınız. Aşık olduğunuz kişilerin nasıl ayık olmayı başardığını ve bunu devam ettirdiğini; arkadaşlarınızın, zorlu adımlarla, nasıl daha iyiye doğru gittiklerini izlersiniz. Belki siz de iyileşirsiniz; bir haftalığına, birkaç aylığına, bir yıllığına. Belki onun bıraktığı boşluk yavaş yavaş başka, daha iyi şeylerle dolar. Belki de neden tekrar içmeye başlamak istediğinizi ifade edemezsiniz, kendinizden hâlâ neden bu kadar uzakta olduğunuzu anlayamazsınız.

Bunu çözmeye çalışabilirsiniz, bunu yapan ilk kişi de olmazsınız. Bağımlıların doğuştan mı yoksa sonradan mı böyle oldukları epey tartışılmıştır, hem bağımlıların kendileri tarafından, hem onlar üzerine çalışanlar hem de onları sevenler tarafından. Bazı çalışmalar alkolizmin belirli genlerle ilişkili olduğunu iddia eder, biz de alkol problemi olan bir ebeveyn veya kardeş sahibi olmanın aynısını yapma ihtimâlini artırdığını biliriz. Travma — tecavüz, şiddet, çocuk istismârı — da çeşitli madde bağımlılıklarına eğiliminiz üzerinde etkilidir. Biyolojik, toplumsal ve psikolojik etkilerin sert bir karışımının alkolizme katkısı olduğu söylenebilir.

Bunları nasıl yorumlamalı? Hangi anların bir anlamının olduğu, hangilerinin olmadığını, süregiden akıl sağlığımda yer eden kayar kapıları nasıl çözebilirim? Travma yaşadığımı biliyorum; ailemde bağımlılığa meyil olduğunu biliyorum; büyük annem, babamın annesi, alkolik ve uyuşturucu/ilaç bağımlısıydı. Bir keresinde eve arkadaşlarıyla geldiğinde, babam onu koridorda sızmış hâlde bulmuş. Bu olaydan sonra, onun evde sarhoş mu ayık mı olduğunu bilemediğinden, eve insanları davet etmeyi bıraktı.

Babamın kardeşini, halamı aramalıyım, bunun hakkında konuşmak, bununla ilgili bir hikâye üretmeme yardım etmesi, bu sayede de kendimin neden bu şekilde olduğumu açıklayabilmemi sağlamak için. Hikâyeyi ete kemiğe büründürmem anlamına gelir bu, bu hikâyeyi kendime ve diğer herkese anlatmak için heybemde taşıyabilirim. Olup biteni anlamlandırmama yardımcı olur.

Yine de bunu yapmaya kendimi iknâ edemiyorum. Bunu yapmak bir nevi kaçınılmazlık hissini davet edecektir, ve bunun kaçınılmaz olduğunu hissetmek kendimi buna tamamen teslim etmem anlamına, bir çeşit ölüm anlamına gelecektir. Bu da tabiatı gereği kaotik olan bir şeye düzen dayatmak gibi olur. Düzleştirici bir etkisi olur, hayatın kendisini başı, ortası ve sonu olan bir hikâyeye, bir anlatı arkına çevirmek anlamına gelir. Birinci sahne: kuruluş. İkinci sahne: yüzleşme. Üçüncü sahne: çözülüş. Karman çorman bir şeyi düzenli hâle getirmek çekici bir beklenti ama çözülüş gerçek hayatta nadiren filmlerde olduğu gibi gerçekleşiyor.

Keza, neden içtiğim sorusuna yanıt aramanın bir anlamının olmadığını da fark ediyorum. Aynı şekilde, kendinize neden neşeli olduğunuzu, neden içten olduğunuzu ya da neden matematikte iyi olduğunuzu sorabilirsiniz. Kim bilir neden neşelisiniz, öte yandan, işi özünde, kimin umrunda ki? Öylesiniz işte. Ben neşeliyim, içtenim ve akıllıyım. Aynı zamanda, ne sebeptense, alkoliğim.