“
Robert Walser’in hayat hikâyesinde bıraktığı izler öyle silikti ki rüzgâr onları az kalsın alıp götürecekti. En azından 1913 baharında İsviçre’ye döndüğünden beri, gerçekteyse elbette başından itibaren, dünyaya pamuk ipliğiyle bağlıydı. Hiçbir yere yerleşemedi, en ufak malı mülkü dahi hiç olmadı. Ne evi vardı ne uzun süreli bir dairesi, tek bir mobilyası olmadığı gibi kıyafet namına da olsa olsa bir günlük bir de yabanlık elbiseye sahipti. Yazarların zanaatlarını icra etmek için gerek gördüğü şeylerden bir tanesine bile benimdir, demedi. Kitaplara gelince, sanıyorum kendi yazdıklarına bile sahip değildi. Okudukları çoğunlukla ödünç alınmıştı. Kullandığı yazma kâğıdı bile ikinci eldi. Nasıl ömrü boyunca hiç mal mülk sahibi olmadıysa, insanlardan da aynı şekilde uzak kaldı. Başta en yakınları olan kardeşleri ressam Karl ile güzel okul hocası Lisa’dan bile gitgide uzaklaştı, ta ki, hakkında Martin Walser’in dediği gibi, bütün kimsesiz yazarların en kimsesizi olana dek. Kadınlarla birliktelik belli ki onun için imkânsızdan öteydi. Çatı katındaki meskeninin duvarına açtığı delikten baktığı Zum Blauen Kreuz Oteli hizmetçileri, Bern’deki salon kızları, Ren Bölgesi’nden, uzun zaman yazıştığı Fräulein Resy Breitbach; bütün bu kimseler, tıpkı edebî fantezilerinde özlemle etraflarında pervane olduğu kadınlar gibi, başka gezegenden gelen varlıklardı. Çok çocuklu ailelerin henüz çoğunlukta olduğu bir zamanda -babası Adolf Walser on beş nüfuslu bir aileden geliyordu- sonraki kuşakta ve sekiz kardeşten hiçbiri, gariptir ki dünyaya çocuk getirmedi ve beraberce soyları tükenen Walser’ler arasında belki de hiçbiri ailenin devamı için gereken şartları, bunu rahatlıkla söyleyebiliriz, daima bakir kalan Robert kadar az karşılamadı. Hiçbir şeye ve kimseye bağlı olmayan bu insanın ölümü, hele de şahsının uzun yıllar akıl hastanesinde kalmasıyla anonimleşmesinden sonra, ömrü boyunca hemen her zaman olduğu gibi fark edilmeden gerçekleşebilirdi. Robert Walser’in bugün kayıp yazarlardan olmamasını en başta Carl Seelig’in onunla ilgilenmesine borçluyuz. Walser’le yaptığı gezintiler hakkında anlattıkları, biyografik önçalışmaları ve yayımladığı seçkiler olmasa, Seelig, Walser’in milyonlarca okunaksız harften ibaret mirasını zor zahmet emniyete almış olmasaydı Walser’in rehabilitasyonu vuku bulmaz, hatırası belki de yok olup giderdi. Bununla birlikte Walser’in, öldükten sonra yaşadığı kurtuluşla büyüyen şöhreti mesela Benjamin ve Kafka’nınkiyle kıyas kabul etmez. Walser eskisi gibi şimdi de yalnız ve açıklanamamış biridir. Walser kendisini okurlarından bizzat esirgemiştir. Elias Canetti’nin görüşüne göre Walser’in özelliği, yazarken gönlünün derinliklerindeki endişeyi daima inkâr etmesinde, kendinin bir parçasını sürekli dışlamasında yatar. O tuhaf ve tekinsiz yönü, diyordu Canetti, bu yokluk halindendir.”
“
W. G. Sebald, Kır Evinde İkamet, çev. Sami Türk, Can Yayınları, 2016 [1998], s. 125-7.