Bernhard, Yürümek (Sonsuz Öykünün Açılışı)

Nadiren Thomas Bernhard öyküsü veya romanı okumaya başlıyorum, kısa bir süre içinde, belki bir saat, belki birkaç gün sonra, ne dehşet verici, ne çekilmez bir Thomas Bernhard kitabı bu diyorum. Kelimeler ve şeylerin bitmek bilmeyen tekrarları, ötekinin söylediğini anışları, kendinden bir başkasına ondan tekrar kendine dönen söz ve duygu iletmeleri, aktarmaları, dolaylamaları, diye düşünmüştüm metni tekrar okuduktan sonra, diye hatırlıyorum. İki parçalık bir açılış olarak gördüm bu pasajı (pasaj hâline getirdim, yoksa Bernhard metni her çeşit alıntıya, bölünme tehdidine karşı kendi metinsel bağlarını sıkı sıkı örmüş, gardını almış), ilk kısım, Karrer sonrası Oehler’le pazartesi yürüyüşlerine başlayan anlatıcının bu yeni yürüme pratiğini tactile duyarlılıklarla anlatışından müteşekkil. Sonrasında, birden yönünü domuz derisi eldivenler ve yürüme alışkanlıklarından yürüyüşçülerin dehşet verici yaşam görülerine kırıyor.

Karrer delirmeden önce, sadece çarşamba günü Oehler’le yürüdüğüm halde, şimdi Karrer delirdikten sonra pazartesi de Oehler’le yürüyorum. Karrer benimle pazartesi yürüdüğü için, Siz, Karrer artık benimle pazartesi yürümediği için, pazartesi de benimle yürüyorsunuz, diyor Oehler, Karrer delirip hemen yukarıdaki Steinhof’a gittiği için. Ben de hiç çekinmeden Oehler’e, iyi o zaman, pazartesi de yürüyelim dedim, Karrer delirdiği ve Steinhof’ta olduğu için. Biz çarşambaları hep aynı (doğuya) yöne giderken, pazartesileri batıya yürüyoruz, dikkat çekici bir biçimde pazartesileri çarşambaları olduğundan daha hızlı yürüyoruz, herhalde diye düşünüyorum, Oehler, Karrer ile benimle olduğundan hep daha hızlı yürümüş olmalı, çünkü çarşambaları çok daha yavaş, pazartesileri çok daha hızlı yürüyor. Görüyor musunuz diyor Oehler, alışkanlıktan pazartesileri çarşambaları olduğundan daha hızlı yürüyorum, çünkü Karrer ile (yani pazartesileri) hep sizinle (çarşambaları) olduğundan daha hızlı yürüdüğüm için Karrer delirdikten sonra siz benimle yalnız çarşambaları değil pazartesileri de yürüdüğünüz için, pazartesileri ve çarşambaları yürüme alışkanlığımı değiştirmem gerekmiyor, diyor Oehler, oysa siz artık çarşambaları ve pazartesileri benimle yürüdüğünüz için, alışkanlığınızı gerçekten değiştirmek zorundasınız, hem de sizin için herhalde akıl almaz biçimde değiştirmek zorundasınız, diyor Oehler. Ama iyi bu, diyor Oehler ve anlaşılır bir eğitici tonda, organizma için büyük önem taşıyor ara sıra ve de uzun aralıklar olmadan alışkanlıkların değiştirilmesi ve kendisi de, alışkanlığı sadece değiştirmeyi değil radikal bir değiştirmeyi düşünmekteymiş. Siz alışkanlığınızı değiştiriyorsunuz, diyor Oehler, şimdi benimle yalnız çarşambaları değil, pazartesileri de yürüyerek ve bu şimdi benimle değişken olarak bir bir yöne (çarşambaları) ve bir diğer (pazartesileri) yöne gidiyorsunuz, bu arada ben şimdiye kadar hep çarşambaları sizinle, pazartesileri ise Karrer’le yürüdüğüm halde, şimdi hem pazartesileri hem çarşambaları, yani pazartesileri de sizinle yürüyerek ve hem de çarşambaları bir (doğu) yönüne ve pazartesileri sizinle diğer (batı) yönüne yürüyerek alışkanlığımı değiştiriyorum. Ayrıca ben kuşkusuz ve doğal olarak sizinle Karrer’le yürüdüğümden farklı biçimde yürüyorum, diyor Oehler, çünkü Karrer’in sizden bambaşka bir insan oluşu söz konusu ve bu yüzden Karrer’in yürüyüşü de bambaşka (ve de düşünmesi), diyor Oehler. O, yani Oehler, Karrer delirdikten ve Steinhof’a girdikten, büyük olasılıkla sonsuza değin Steinhof’a girdikten sonra, diyor Oehler, ben, kendisinin söylediği gibi Oehler’i pazartesileri yalnız yürüme dehşetinden kurtarmışım; o zaman pazartesileri hiç yürümezdim, diyor Oehler, çünkü pazartesileri tek başına yürümek zorunda olmak gibi dehşet verici bir şey olamaz. Pazartesileri, diyor Oehler ve tek başına yürümek zorunda olmak en dehşet verici durumdur. Pazartesileri benimle yürümeyeceğiniz düşüncesini aklıma bile getirmek istemem, diyor Oehler. Ve pazartesileri de tek başına yürümek zorunda olmayı hiç düşünemem. Oehler paltosunu iyice kapalı giyme alışkanlığına sahipken ben paltomu tamamen açık olarak giyiyorum. Onun açık paltoya bağlı biç dinmeyen üşütme ve hastalanma korkusundaki şeyin, bende kapalı palto içinde boğulmak zorunda kalacağım korkusunun ne olduğunu düşünüyorum. Ve böylece Oehler gerçekten de sürekli donmak zorunda kalacağı korkusunu taşıyor, bense sürekli boğulacağım korkusunu. Oehler ayak bileklerinin üzerine kadar gelen ayakkabılar giyerken, ben yarım ayakkabılar giyiyorum, çünkü yüksek ayakkabılardan nefret ederim, tıpkı Oehler’in yarım ayakkabılardan nefret ettiği gibi. Görgüsüzlük (ve de budalalık!) diyor Oehler durmadan, yarım ayakkabılarla yürümek, saçmalık, bunun gibi yüksek konçlu, ağır ayakkabılarla yürümek diyorum ben. Oehler’in şapkası geniş kenarlı, siyahken, benimki dar kenarlı, gri. Siz de benim gibi geniş kenarlı şapka giymeye alışabilseydiniz diyor Oehler sıkça, ben de sıkça Oehler’e siz de benimki gibi dar kenarlı şapka giymeye alışabilseydiniz diyorum. Sizin başınıza dar kenarlı şapka değil, geniş kenarlı şapka uyar diyor bana Oehler, ben Oehler’e sizin başınıza sadece dar kenarlı şapka değil, diyorum. Oehler kız kardeşimnin onun için ördüğü ellikleri, hep aynı ellikleri, kaba yün ellikleri giyerken, ben eldiven giyiyorum, karımın benim için satın aldığı ince, ama astarlı domuz derisi eldivenleri. Sadece elliklerle insan gerçekten ısınır, diyor Oehler durmadan, sadece eldivenlerle de bunun gibi yumuşak deri eldivenlerle, diyorum ben, eller tıpkı benim ellerim gibi hareketlidir. Oehler siyah, paçasız pantolon giyiyor, bense gri paçalı pantolon giyiyorum. Ama artık giysilerimizle uğraşmıyoruz ve bu yüzden de Oehler dar kenarlı şapka, paçalı pantolon giysin, üzerindeki gibi dar ceketler giymesin vesaire, ben ağır ellikler takayım, yüksek konçlu ayakkabılar giyeyim vesaire, çünkü yola çıktığımızdaki onlarca yıllık giysiler, nereye gidersek gidelim artık değişmiyor, çünkü bu giysiler onlarca yıl içinde bizim kesin alışkanlığımız ve dolayısıyla da kesin giysilerimiz olmuştur. Bir şey duyarsak, diyor Oehler çarşamba günü, duyduğumuzu sınarız, duyduğumuzu sınarsak duyduğumuzun gerçek olmadığını söylemek zorunda kalıncaya kadar sınarız, duyulan yalandır. Bir şey görürsek gördüğümüzü sınarız, gördüğümüz şeyin dehşet verici olduğunu söylemek zorunda kalıncaya kadar. Böylece bütün yaşam boyu dehşetten ve doğru olmayandan ve yalandan kurtulamayız, diyor Oehler. Bir şey yaparsak, yaptığımız şeyin bir hainlik, bir alçaklık, bir utanmazlık, çok büyük bir ümitsizlik olduğunu söylemek zorunda kalıncaya kadar yaptığımız şeyi düşünürüz, yaptığımızın doğal olarak yanlış olduğu açıktır. Böylece her gün bizim için cehenneme dönüşür, istesek de istemesek de ve düşündüğümüz şeyi onun için gereken soğukkanlı düşünceye ve keskin zekâya sahip olarak aklımızdan geçirirsek, her durumda da bir hainliğe ve alçaklığa ve gereksizliğe varırız, bu da bizi dehşet verici biçimde bunaltır. Çünkü düşünülen her şey gereksizdir. Doğanın düşünme gereksinimi yoktur, diyor Oehler, bir tek insan kibirliliği düşüncesini sürekli doğanın içine düşünür. Bizi bütünüyle bunaltıya sürükleyecek, bu arsız düşünme yoluyla, bu düşünme biçimine karşı doğal olarak tamamen bağışıklık kazanmış olan doğaya sürekli düşüncesini sokuşturması gerçeğidir. Bizim düşüncemizle durumlar doğal olarak, diyor Oehler, gittikçe daha çekilmez durumlara dönüşüyor. Çekilmez durumları çekilir durumlara dönüştürdüğümüzü düşünelim, kısa süre sonra çekilmez durumları çekilir durumlara dönüştüremediğimizi anlamak zorunda kalırız (dönüştürmeyi beceremediğimizi), tam tersine onları daha da çekilmez durumlara dönüştürdüğümüzü. Koşullarla da durumlarla olduğu gibidir, diyor Oehler, gerçeklerle de aynı şey. Bütün yaşam süreci bir kötüleşme sürecidir, sürekli, bu yasa en korkuncudur, her şey kötüleşir. Bir insan gördüğümüzde, kısa süre içinde, ne dehşet verici, ne can sıkıcı bir insan demek zorunda kalırız. Doğaya baktığımızda, ne dehşet verici, ne çekilmez bir doğa demek zorunda kalırız. Yapay bir şey gördüğümüzde, hangi yapay şey olursa olsun kısa sürede ne çekilmez bir yapaylık demek zorunda kalırız. Yürüyorsak, kısa süre sonra ne çekilmez bir yürüyüş demek zorunda kalırız, koşuyorsak, ne çekilmez bir koşu, ayakta duruyorsak, ne çekilmez bir ayakta durma, düşünüyorsak, ne çekilmez bir düşünme hali. Bir rastlaşma geliyorsa başımıza, kısa zamanda, ne çekilmez bir rastlaşma diye düşünürüz. Bir yolculuk yaparsak, kısa zamanda, ne çekilmez bir yolculuk, ne çekilmez bir hava deriz, diyor Oehler, hangi hava olursa olsun, hangi havayı düşünüyor olsak da. Anlayış keskinse düşünce en pervasız ve en açık olandır, diyor Oehler, en kısa zamanda her şeyin çekilmez ve dehşet verici olduğunu söylemek zorundayız. Kuşkusuzdur ki çekilmez olanı çekmek ve dehşet vereni, dehşet veren bir şey olarak algılamamak sanattır. Bu sanatı en zor olarak betimlemek doğaldır. Olgulara karşı varolma sanatı, diyor Oehler, en zor olan sanattır. Olgulara karşı varolmak, çekilmez olana ve dehşet verici olana karşı varolmak demektir, diyor Oehler. Biz sürekli olgulara karşı değil de sürekli olgular ile varolursak, diyor Oehler, en kısa zamanda mahvoluruz. Gerçek şu ki, varoluşumuz çekilmez ve dehşet verici bir varoluştur, bu olgu ile varolursak, bu olguya karşı olmadan varolursak, en zavallı ve en bayağı biçimde mahvoluruz, bu yüzden bizim için sürekli içinde bulunurken, aynı zamanda çekilmez ve dehşet verici bir varoluş olgusuna karşı varolmamızdan daha önemli bir şey olmamalı. Çekilmez ve dehşet verici varolmanın içinde (ve birlikte)liğinin aynı sayıdaki olanakları, tıpkı çekilmez ve dehşet verici varoluşa karşı, yani içinde (ve birlikte) ve aynı zamanda çekilmez ve dehşet verici varoluşun karşısında olma olgusu ile aynıdır. İnsanın içinde (ve birliktebir ve böylece hepsinin ve olguların tümüne karşı varolma olanağı hep vardır, bu olguya karşı ve bütün olgulara karşı varolma, ki her zaman bir olgunun içinde ve (birlikte) ve bir ve bütün olgulara karşı varolma olanağına sahiptir ve bu yüzden varolmanın çekilmez ve dehşet verici olması olgusuna karşı da. Bu, her zaman soğukkanlı düşünce ve keskin zekâ sorunudur, ve soğukkanlı düşünce ve keskin zekânın pervasızlığı sorunudur, diyor Oehler…

Thomas Bernhard, Yürümek / Evet, çev. Sezer Duru, Yapı Kredi Yayınları, 2009 [1971-1978], s. 9-13.

Leave a Reply

Your email address will not be published. Required fields are marked *